İLGİNİZİ ÇEKEBİLECEK MATEMATİK İLE İLGİLİ MAKALELER
-->
--> MATEMATİK GÖZÜYLE DÜNYA DIŞI YAŞAM
--> BİLİMSEL VE İLGİNÇ KONULAR (30.12.2011)
--> GEOMETRİ'NİN KISA TARİHİ(29.5.2010)
--> MATEMATİK KORKUSUNDAN NASIL KURTULABİLİRSİNİZ(28.05.2011)
-> MATEMATİKLE YAŞAM(27.05.2011)
-> MÜZİĞİN MATEMATİĞİ(26.05.2011)
-> ORMAN YANGINININ MATEMATİĞİ(25.05.2011)
-> Pİ SAYISI HAKKINDA(24.05.2011)
-> RASLANTILARIN ŞAŞIRTICI BENZERLİĞİ(22.05.2011)
-> BEYAZ SARAYIN PARABOLİK BİÇİMLİ TAVANI(21.05.2011)
-> BİR MATEMATİK PROBLEMİNİN UYGULANABİLİRLİĞİ ŞART MI?(20.05.2011)
-> DEPREMİN MATEMATİĞİ(19.05.2011)
-> 11 EYLÜL SALDIRISININ MATEMATİĞİ(17.05.2011)
-> MATEMATİKSEL İLGİNÇ SORULAR(16.05.2011)
-> MATEMATİK VE SANAT(15.05.2011)
-> MATEMATİK VECİZELERİ(14.05.2011)
-> MATEMATİKÇİLERİN GÜZEL DÜNYASI(13.05.2011)
-> OKUL MATEMATİĞİNDE NE ÖĞRETELİM? NASIL ÖĞRETELİM?(12.05.2011)
--> MATEMATİK ÖĞRENMENİN KOLAY YOLU(11.05.2011)
NOT: Eğer sizde okuduğunuz ve beğendiğiniz bir makaleyi göndermek isterseniz 'kişisel sayfam''dan 'site yöneticisine veri gönder' bölümünü kullanabilirsiniz.(bunun için üye olmanız gereklidir.)
Matematik Gözüyle Dünya
Dışı Yaşam
İlk bölümde, Evrende başka canlı varlık olup olmadığı, radyo aracılığıyla
saptayabileceğimiz sinyaller yoluyla bizimle iletişim kurabilmelerinin
mümkün olup olmadığını
F. Drake’nin ortaya attığı denklemin değişkenlerini inceleyerek sonuca varmaya
çalışacağız.
İkinci bölümde ise Matematikçi J. A. Paulos’un Dünya dışı ziyaretlerin neden
mümkün
olmadığına dair düşüncelerini sunacağız.
F. Drake’nin Denklemi
ABD’li gökbilimci Frank Drake’in 1961 yılında, Evren’de akıllı varlıkların
bulunma olasılığı konusunda geliştirdiği denklem, bugün bile geçerliliğini
koruyor. O yıllarda büyük bir iyimserlikle yapılan çalışmalar, aradan geçen
bunca yıl süresince bilgi dağarcığımızdaki muazzam genişleme, denklemin
parametrelerini de etkiledi. Radyo-teleskop aygıtlarında, sinyal zaptetme
tekniklerinde 60’lı yılların başından bu yana kaydedilen akıl almaz ilerlemere
karşın, Dünya Dışı Akıllı Varlıklar Araştırması (SETI) projesi çalışmaları hala
bir sonuç vermiş değil. Böyle olunca da ilk baştaki iyimserlik yerini giderek
bir karamsarlığa bıraktı.
Drake, aralarında Carl Sagan’ın da bulunduğu gökbilimciler, radyo teknisyenleri
ve biyologlardan oluşan 10 kişilik bir ekibi akıllı varlıklar arayışı için
toplantıya çağırdığı sıralarda geliştirdiği denkleminde uygulama alanı olarak
yalnızca kendi gökadamızı, yani samanyolunu belirlemişti. Denklem
şöyleydi:
N = R x fp x ne x fl x fi x fc x L
Samanyolundaki uygarlıkların sayısı olarak tanımlanan N, bir dizi bilinmeyenin
çarpımı olarak ortaya çıkıyor. Burada R, Samanyolu içinde her yıl kaç yıldız
oluştuğunu gösteriyor. Yani yıllık yıldız oluşum hızı da diyebiliriz. fp, bu
yıldızlar içinde gezegen sistemlerine sahip olanların oranı, ne ise, tipik bir
güneş sistemi içinde Dünya benzeri gezegenlerin ortalama sayısı. fl, bu
gezegenler arasında üzerinde yaşam ortaya çıkanların oranı. fi, yaşama sahip
gezegenler arasında biyolojik evrimin akıllı bir tür ortaya çıkardıklarının
oranı. fc, bu türler arasında yıldızlararası radyo haberleşmesi yapabilecek ölçüde
gelişmiş olanların oranı. Nihayet L de bu yetiye sahip bir uygarlığın ortalama
yaşam süresi.
Drake denkleminin çekiciliği, olağanüstü güzelliğinde yatıyor. Denklem büyük
bir bilinmeyeni, daha küçük, cevaplanması daha kolay sorulara bölerek Dünya dışı
uygarlıklar için başlatılan arayışı hem daha gerçekçi, hem de daha umut verici
platforma oluşturuyor. Bu denklem, SETI projesine de somut bir çerçeve
kazandırdı. Denklemin parametrelerini tek tek inceleyerek, sonuca ulaşmaya
çalışalım.
R ; Samanyolu’nda her yıl kaç yeni yıldız oluştuğu konusunda görüşler farklı.
Son yıllarda bu sayının 10 olduğu konusunda önermeler olsa da, çoğunluğun kabul
ettiği gibi yılda ortalama bir yıldız oluştuğunu kabul edelim.
fp ; Yıldızların gezegen sahibi olanların sayısına gelince, M. Mayor - D.
Queloz ve G. Marcy – R. Paul Butler tarafından iki ayrı ekibin yaptığı
araştırmalar sonucu, 200 tek yıldızı kapsayan bir grup üzerinde yapılan
gözlemler sonucu 10 gezegen bulunmuştur. Bu durumda fp=0.05 oluyor. Ama burada
dikkat edilecek husus, elimizdeki gözlem araçalarının şimdilik yalnızca,
yıldızın neredeyse burnudun dibinde dönen dev gezegenleri ortaya çıkarabilmesi.
Henüz bizim güneş sistemimizin eşlerini bulabilmiş değiliz.
ne ; Yaşama uygun dünya benzeri gezegenler arayışına giriştiğimizde iş biraz
çatallaşıyor. Bunun için en azından kayalık bir gezegen ve sıvı durumunda su
gerekli. Kendi Güneş sistemimizde, Dünya dışında Mars ve Jüpiter’in ayı
Europa’nın da eskiden canlı barındırabilmiş olabileceğinden bahsediliyor. Ama öteki
yıldızların çevresinde keşfedilen gezegenler, hiç de bizimkine benzemiyor.
Olması gerekenden çok büyükler, bazıları Jüpiter’in birkaç katı. Üstelik
yıldızlarına fazla yakınlar, bu da çok sıcak olmalarına neden oluyor. Zaten
şimdiye kadar bulunan gezegenlerin en soğuğu da 80°C .
fl ; Yaşama uygun gezegenler arasında, üzerinde gerçekten de yaşamın geliştiği
gezegenlerin sayısı konusunda bilim adamları geçmişe kıyasla daha iyimserler.
Dünya daha birkaç milyon yıl yaşındayken (kozmolojik ölçekte gözaçıp
kapayıncaya kadar) ortaya çıkan organizmaların fosilleri, en eski kaya
örneklerinde bulundu. Bilimadamlarına göre bu, yaşamın güç koşullarda bile
oluştuğunun bir kanıtı. Yaşam, koşulların ortaya çıktığı her yerde ortaya
çıkabiliyorsa, fl gerçekten 1 olmalı.
fi ; Dünya dışında akıllı varlıkların ortaya çıkma olasılığı. Dünyada akıllı
varlıkların 4 milyar yıl sonra ortaya çıkmaları hakkında, iyimserler ve
kötümserler (gerçekçiler) diyebileceğimiz iki farklı görüşe sahip grubun
düşünceleri zıttır. Gerçekçilere göre, başlı başına bu uzun süre, akıllı bir
yaşamın bir oldu bitti olarak kabul edilmesine engel. İyimserlere göre ise, bu
süre, Evren’de başka akıllı varlıklar olabileceğinin en inandırıcı kanıtı. Bu
görüşe göre, Güneş kırmızı bir dev haline gelip, Dünya’yı yutmaya başlamadan
öncedaha en az bir milyar vaktimiz var. Bu süre, ilk sürüngenlerin denizden
çıkıp karaya yayılmaya başlamaları için geçen sürenin iki katından fazla. “O
halde” diyor iyimserler, “insanların kurduğu bir uygarlık yok olsa bile, sıfırdan
başlayıp teknolojiye erişecek daha bir kaç tur uygarlık için bol bol zaman
var.” Kötümser-gerçekçi taraf şöyle karşılık veriyor. “Diyelim yeni uygarlık
için zaman var. Dünya ikliminin böyle ılıman kalacağını kim söylüyor?”
Dolayısıyla fi değişkeni için yapılan önermeler radikal uçlarda kalıyor. Ama
tartışmaya son bilimsel verilerle bakacak olursak ibre kötümserlerin tarafın,
değişkenin değeri de sıfıra kayıyor. Harvard Üniversitesi paleontologlarından
Stephen Jay Gould, “varlığımızı büyük ölçüde mutlu tesadüflere borçluyuz”
diyor. Yaşamımızı ve aklımızı kimsenin bilemeyeceği bir takım rastlantılara
borçlu olduğumuz açık.
fc ; Yıldızlararası radyo haberleşmesi yapabilecek ölçüde gelişmiş olanların
oranı. Varsayalım, Dünya dışı uygarlıklar, sayıları fazla olmamakla birlikte
gerçekten var. SETI taraftarlarına göre, her teknolojik uygarlık, radya
dalgalarının büyük astronomik mesafeleri aşabilmek için çok uygun bir araç
olduğunu farkedecek ve bu olanağı kullanmak isteyecektir. Ancak bu varsayımın
da gerçekliği tartışmaya açıktır.
L, uygarlıkların yaşam süresi. Denklemin fi ve fc değişkenlerine
uzlaşabildiğimiz bir değer bulamadık. Uygarlıkların yaşam süresi hakkındaki
savaş burada da devam ediyor. İyimserler göre, kararlı, akıllı bir uygarlığın,
sonsuza kadar olmasa bile on milyonlarca yıl ayakta kalmaması için bir neden
yok. Bu tablo, Drake’in orijinal denkleminin karşı karşıya kaldığı
darboğazların etkilerini götürebilcek gibi görünüyor. Buna karşılık kötümserler
de şuna işaret ediyor: İnsanlık radya haberleşmesini yalnızca birkaç on yıl
önce buldu. Ve o zamandan bu yana da teknolojik savaş ya da çevre kirlenmesi
nedeniyle kendi kendini yoketme noktalarına geldi.
Her geçen gün yalnızlık hissi artan insanların, koca evrende kendilerinden
başka kimsenin olmadığını kabullenmesi kuşkusuz mümkün değil. Ama evren de
herhalde kendini bizim umut ve beklentilerimize göre ayarlıyor değil. Sonucu
şimdilik kesin olarak bilemiyoruz. Belki de gerçekten Dünya dışı uygarlıklar
bir yerlerde var ve kendilerini radyo dalgaları yoluyla tanıtmaya uğraşıyorlar.
Ama bütün bunların ışığında, bu uygarlıkların sayısının herhalde pek fazla
olmadığını söyleyebiliriz. Zaten bu ünlü denklemin ortaya atan Drake bile
eskisi kadar iddialı değil. İtalya’nın Capri tatil kentinde 1996 yılında
yapılan biyoastronomi kongresinde, Drake “Belki de aşırı iyimser bakmış
olabilirim her şeye, başarının garanti olduğunu söyleyemeyiz” diyordu.
Dünya Dışından Ziyaret Olamaz
John Allen Paulos, Herkes İçin Matematik adlı kitabında, dünya dışı yaşama evet
derken, UFO’larla gelen ziyaretçilere hayır demektedir. Aşağıda bu görüşünün
nedenlerini bulacaksınız.
Dünya dışı ziyaretlerin olup olmadığı ile evrende başka bilinçli canlılar olup
olmadığı ayrı bir sorudur. Eğer zeka dünya üzerinde doğal olarak geliştiyse, bu
gelişmenin dünya dışında başka bir yerde de olmaması için bir neden yoktur.
Bunun için gerekli olan yalnızca, birçok farklı bileşim oluşturabilme
kapasitesine sahip fiziksel unsurlardan meydana gelmiş bir sistem ve sistemin
içinde de bir enerji kaynağıdır. Enerji akımı, sistemi, sabit, karmaşık ve
enerji depolayan küçük bir moleküller topluluğu oluşuncaya dek farklı olasılık
kombinasyonlarını “keşfetmeye” iter ve bunu, proteinleri oluşturan bazı
aminoasitler de dahil olmak üzere, daha karmaşık bileşenlerin kimyasal evrimi
izler. Sonunda da ilkel yaşam gelişir.
Galaksimizde yaklaşık 100 milyar (1011) yıldız olduğu tahmin ediliyor.
Bunlardan diyelim ki 1/10 ‘u bir gezegene sahip. Yaklaşık 10 mliyar yıldızdan
belki yüzde biri yaşam bölgesinde bir gezegene sahip. Bu gezegen, kendi
güneşinin yaşam kuşağı içinde, ama ona; eriyiğini, suyunu, metanını ya da başka
bir unsurunu ne kaynatıp yok edecek kadar yakın, ne de donup katılaştıracak
kadar uzakta durur. Şimdi galaksimizde, içinde yaşama olanak verecek yıldız
sayısını 100 milyona (108) indirelim. Bunların çoğu bizim güneşimizden küçük
olduğundan, bu yıldızların yalnızca 1/10’u gezegenlerinde yaşamın sürebileceği
makul adaylar olarak görülmelidir. Yine de elimizde sadece bizim galaksimizde
yaşamı sürdürebilme kapasitesine sahip 10 milyon (107) yıldız kalıyor. Bunalrın
belki de 1/10’unda şu anda yaşam vardır. Gerçekten de galaksimizde yaşam içeren
gezegenlere sahip 106 yani bir milyon yıldız olduğunu varsayalım. Peki niçin
buna ililşkin hiçbir delil görmüyoruz?
Nedenlerden biri , galaksimizin yaklaşık 1014 ışık yılı hacme sahip, büyük bir
yer olmasıdır ki, burada bir ışık yılı – ışığın bir yılda aldığı mesafe –
saniyede 186000 mil – yaklaşık 6 trilyon mil’dir. Yani bu milyonlarca yıldızdan
her biri, ortalama 1014 bölü 106 küp ışık yılı hacme sahiptir; bu, yaşama
olanak sağladığı varsayılan her yıldız için 108 küp ışık yılı hacim anlamına
gelir. 108 ‘in küp kökü yaklaşık 500’dür; bunun anlamı, galakside yaşama olanak
veren herhangi bir yıldızla, aynı olanaklara sahip, ona en yakın başka bir
yıldız arasındaki uzaklığın ortalama 500 ışık yılı olması demektir. Bu,
dünyayla ay arasındaki mesafenin yaklaşık on milyar katı! Yakın “komşular”
arasındaki mesafe, genel olarak ortalamanın altında olmasına rağmen, yine de
sohbet etmek için sık sık birbirlerine uğramaya engel olduğu
görülmektedir.
Çevrede küçük yeşil adamlar görmemizin oldukça olasılık dışı görülmesinin
ikinci nedeniyse, olası medeniyetlerin zaman içinde dağılmış olmaları, bir süre
var olduktan sonra yok olmaları olabilir. Aslında yaşam bir kez
karmaşıklaştıksan sonra, içten içe sabit değildir ve birkaç binyıl içinde kendi
kendini yok da edebilir. Bu tür gelişmiş yaşam şekillerinin ortalama 100 milyon
yıllık bir ömürleri olsa dahi (ilk memelilerden, yirminci yüzyıldaki olası
nükleer felakete kadar geçen süre), galaksimizin 12-15 milyar yıllık tarihine
eşit şekilde dağılmışlarsa, galaksimizde herhangi bir zamanda gelişmiş yaşama
olanak veren yıldız sayısı 10.000’in altına düşer ve böylece de komşular
arasındaki ortalama mesafe 2.000 ışık yılının da üstüne sıçrar.
Şimdiye dek “dış turist”lerin ziyaretimize gelmemesinin üçüncü, galaksimizin
içinde, birçok gezegende yaşam gelişmiş olsa bile, onların bizimle ilgilenme
olasılıklarının düşük olmasıdır. Bu olası yaşam şekilleri, metan gazından
oluşan büyük bulutlar ya da kendi kendini yönlendiren manyetik alanlar ya da
bir patatesi andıran geniş alanlar ya da zamanını karmaşık senfoniler
söyleyerek geçiren gezegen boyutundaki dev varlıklar olabilirler. Daha büyük
bir olasılık ise, kayaların kendi güneşlerine bakan yüzlerine yapışık köpüksü
tabakalar olmasıdır. Yukarıdaki örneklerden herhangi birinin bizim yaşamsal
hedefimizi ya da psikolojimizi paylaşacağını ve bu dürtüyle bize ulaşmaya
çalışacağını farz etmek için ise fazla neden yoktur.
Kısacası, galaksimizdeki diğer gezegenlerde muhtemelen yaşam olmasına karşın,
UFO görüntüleri kesinlikle sadece “Tanımlanmamış Uçan Nesne” görüntüleridir.
(Henüz tanımlanmamış, ama tanımlanması mümkün olmayan şeyler ya da tuhaf
yaratıklar değil.)
Bilim ve Teknik Dergisi - Ocak 1999
"Herkes İçin Matematik" - John Allen Paulo
SOĞUĞA NASIL ALIŞILIR?
Deri ve deri altı dokuda, dokuların beslenmesi için gerekenden daha çok kan
damarı bulunur. Bu kan damarlarının, İkinci bir önemli görevi vardır:
Genişleyip, daralarak deriye olan kan akımını ve böylece ısıyı etkilerler.
Soğukta, damarlar tümüyle çekilir, deride daha zayıf bir kan akımı oluşur, bu
da derinin, dışarıya daha az ısı vermesine neden olur. Sıcakta damarlar
genişler ve büyük miktarlarda kan, deriye taşınır, böylece derinin dışarıya çok
ısı vermesine yol açar.
Derideki kan damarlarının, ısı değişimine tepki gösterme yeteneği antrenmanlarla artabilir. Örneğin, değişmeli banyolarla ya da sporla her türlü hava, koşullarına vücudu alıştırmak gibi. Bu yolla, organizma “alışma” ya sevk edilir, yani kendini soğuğa karşı koruyabilir.
Derinin, ısı değişimine tepki gösterme yeteneği, kolaylıkla gözlenebilir. Zayıf kanlanmada deri rengi soluk, güçlü kan dolaşımında ise canlı pembelikte olacaktır.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 174'den alınmıştır.
NEDEN AY'IN HEP AYNI
YÜZÜNÜ GÖRÜYORUZ?
Ay in kendi ekseni etrafında dönüşü ile Dünya çevresindeki dönüşü eşit zamanda
olmaktadır: 27,32
gün. Kombine (bileşik) dönüş diye de anılan ve Dünya ile Ay arasındaki
karşılıklı kütle çekişinln (gravitasyon) sonucu olan bu dönüş nedeniyle, Ay
Dünya’ya hep aynı yüzüyle yönelik kalır.
Oysa, farkına varılabilecek az bir sapma olmaktadır. Ay yörüngesi tam bir çember olmayıp elipse benzer. Ay, Dünya’ya yaklaşınca daha hızlı, uzaklaşınca daha yavaş hareket eder. Dönüş her zaman eşit olduğundan Ay’ın sağ (veya sol) kenarına bakılıyor olur. Bundan başka Ay’ın dönme ekseni de, yörüngesine dik değildir. Bu nedenle, Dünya, Ay’ın bazen Kuzey (veya güney) kutbuna doğru hafifçe yönelik durumdadır. Bu, eksendeki eğilme nedeniyle, bir Ay dolanımı içinde, yerden Ay’ın yüzünün, yaklaşık yüzde 60’ı görülür.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 174'den alınmıştır.
JET UÇAKLARI NEDEN
ÇOK HIZLI İNİYOR GİBİ GÖRÜNÜR?
Jet uçakları,
saatte 230 ile 280 km. arasında bir hızla inişe geçer. Bu yavaş uçuş sırasında,
kanatların yükseltme etkisi az değildir; ancak, bu modern kanatlarda çok büyük
iniş takımları vardır. Bunlar, kanat yüzeyini arttırır, kanadı kubbemsi duruma
getirirler; bu kubbe arasında bir yarık oluşur. Bu yarıktan geçen havanın, hızı
kesmekte ve dengeli inişte büyük payı vardır. Diğer taraftan, iniş takımlarıyla
eş zamanlı olarak çalışması gereken motorlar, beraberce oldukça büyük bir hava
drenci yaratırlar. Motorlar çalışır, ancak “tamgaz” durumunda değildir. Nedeni:
uçağın yükselmesi gerektiği takdirde, yedek güç bulunması içindir.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 174'den alınmıştır.
Likenler hava kirliliğini ölçüyor.?
İngiltere’de hava kirliliği ile savaş sonuç verdi, 1960 dan beri havadaki duman % 80 ve SO2 % 50 azaltılmış bulunuyor. Londra’da havadaki SO2 200-250 mg/m3 den 130 mg/m3’e düştü. Bunun sonucu olarak Londra ağaçları üzerinde yine likenler görülmeye başlandı. Likenler özellikle havadaki SO2 miktarından çok etkilenirler ve bu nedenle hava kirliliğini ölçmede kullanılırlar. 1800 ile 1970 yılları arasında hava kirliliği nedeniyle Londra’da Trafalgar meydanı etrafındaki 16 km. lik bir alanda 129 tür liken tamamen kaybolmuştur.
Not: Bu yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 174'den alınmıştır.
DEĞERLİ TAŞLAR VE
İNSANLAR
İnsanlar binlerce yıl değerli taşların kristal yapılarında ve çarpıcı
renklerinde gizli güçler olduğuna inanmışlardır. Örneğin san yakutun kalp ve
beyni kuvvetlendirdiğine. sinirleri yatıştırdığına Turmalin‘in kişiyi yaralanmaktan
koruduğuna, elmasın insana güzel konuşma yeteneği kazandırdığına inanılırdı. Oysa
bu taşların kristal yapılan kadar çarpıcı renkleri de sihrin değil basit doğa
olaylarının sonucudur. Bu değerli taşlar üzerindeki menekşe ve erguvani
renklerden demir mangan ve titan elementleri sorumludur. Çevredeki radyoaktif
kitle veya minerallerden radyasyon yayılıyorsa, bu renkler daha da çarpıcı bir
parlaklık kazanır. Mavi renkli safire demir ve titan metalleri renk verirken,
gül renkli kuvars‘ta renk maddesi olarak sadece mangan görev yapmaktadır. Kırmızı
yakut, rengini kromdan almaktadır. Yeşil renk kromun farklı iyonlaşma
göstermesi sonucu ortaya çıkmaktadır. Renk veren bu metalleri içermeyen elmas
ve neceftaşı ise saydam kristaller halindedir.
İnsanoğlunu büyüleyen renklerinin nasıl oluştuğunun öğrenilmesine rağmen bu taşların önünde hala eğilinmektedir. Fakat eskiye göre bugünkü amaç oldukça farklıdır.
Eski çağlarda insanlar bu taşları kutsal bir tanrı veya hayvan şekline benzeterek onları büyülü kabul ederlerdi. Daha sonra gökkuşağındaki yedi rengin kristal yapıdaki bu taşlarda görülmesiyle, gezegenler ve taşlar arasında sihirli bir ilişki olduğu iddia edildi. Örneğin kırmızı rengin Marsla, yeşil rengin Merkürle ilişkili olduğu ileri sürüldü. “Hindu ‘felsefesine göre yeryüzüne bu gezegenlerden gelen kozmik parıltılar, tüm insanların varlığına ve yaşantısına etki etmektedir. Oysa kristal yapıda bu yedi rengin parıldaması “prizmadan geçen güneş ışınlarının tayflara ayrılması" şeklinde açıklanabilecek basit bir fizik olayıdır.
Turkuaz (firuze)ın kola ve parmağa takıldıktan sonra zamanla renk değiştirmesi, bu taş üzerinde peygamber kudreti olduğu şeklinde inanışlara yol açmıştır. Oysa bu taş çok gözenekli bir yapıya sahiptir. Ciltte biraz yağ ve asit olduğu zaman, bu maddeler taşın gözeneklerinden içeriye girerek onun kimyasal yapısını değiştirir. Bunun sonucu taşın yeşil rengi maviye dönüşür. Bu yüzden eller sabunla yıkanmadan önce turkuaz yüzükler parmaktan çıkarılmalıdır.
Buna benzer bir yapı da opal ‘da görülür. Opal ‘in her bakış açısından farklı renkte görünmesi Ortaçağ ‘da bu taşa "şeytan icadı" denilmesine yol açmıştır. Bu nedenle İngiltere ‘de Kral Edward VII bu taşı çevresinden uzaklaştırmış, Rusya ‘da ise son Çar, bu taşların taşınmasını yasaklamıştır. Opale mikroskopta 40 bin kez büyütülerek bakıldığında bunun düzensiz yerleşmiş silikasit küreciklerinden meydana geldiği görülür. Opele düşen ışınlar, bu küreciklerde ilgili olarak düzensiz dağılım ve yansımalar yapar. Bu nedenle opal her bakış açısından farklı bir renkte görünür.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 222'den alınmıştır.
HANGİ GÖZÜNÜZ DAHA
BASKIN?
Hepimiz hangi
elimizi daha çok kullandığımızı biliriz. Ama tıpkı ellerimiz gibi çene, kulak
ve gözlerimizin de baskın tarafı olduğunu biliyor muydunuz. Vücudumuzun daha
çok kullandığımız el tarafında olan organları da daha baskındır. Örneğin sağ
elini daha çok kullanan kişi, çoğunlukla çiğneme işlevinde ağzının sağ
tarafını, dinlerken de sağ kulağını kullanır.
Gözler ise bir ayrıcalık oluşturur. İki gözün de görme alanı beynin beynin her iki emisferi tarafından analiz edilir. Sağ emisfer bir gözün görme alanı bilgilerini sol emisferden alır ya da tam tersi olur. Bu iş bölümüne karşın, yine de bir gözümüzün tarafını daha çok tutarız. Fotograf makinasının vizörüne, mikrodkoba ve teleskoba işte bu gözümüzle bakarız.
Eğer hangi gözünüzün
baskın olduğundan emin değilseniz, işte size bir test:
Gözlerinizi uzaktaki belirli bir cisme odaklayın, başparmağınızı o cisimle aynı
hizaya getirin. sırayla gözlerinizin birisini kapatıp diğeri ile bakın. hangi
gözünüz ile az önceki cisimle baş parmağınızı üst üste görüyorsanız baskın
gözünüz odur.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 174'den alınmıştır.
DÜNYANIN YÖRÜNGESİ
Dünya güneş
çevresinde dönerken öyle bir yörünge çizer ki her 18 milde doğru bir çizgiden
ancak 2.8 mm. ayrılır. Dünyanın çizdiği bu yörünge kıl payı şaşmaz, çünkü
örneğin yörüngeden 3 mm. Iik bir sapma bile büyük felaketler doğururdu: Sapma
2.8 mm yerine 2.5 mm. olsaydı yörünge çok geniş olurdu ve hepimiz donardık,
sapma 3.1 mm. olsaydı hepimiz kavrularak ölürdük.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 188'den alınmıştır.
PARMAKLARIMIZ NEDEN
ÇITIRDAR?
Bazı insanlar
parmaklarını çıtırdatır. Bu ses, sanıldığı gibi kemiklerin birbirine
çarpmasından doğmaz. Eklemleri yağlayan sıvının ‘içinde küçük gaz kabarcıkları
bulunuyor. Parmaklar çekilince veya herhangi bir eklem yavaşça düzleştirilince
sıvı basıncı azalır ve hava kabarcıkları patlayarak “çıtlama” sesi oluşturur. Bu
sesin tekrar oluşması için bir süre beklemek gerekir, çünkü yağlayıcı sıvı
‘içinde yeni hava kabarcıkları oluşması zaman alır.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 188'den alınmıştır.
DENİZ SUYU NİÇİN
TUZLUDUR?
Deniz suyunun
ortalama tuzluluk derecesi ağırlığa oranla % 3.5’dir. Bu, 1 mil’ suda yaklaşık
186 milyon ton tuzun bulunması demektir. Kabaca bir hesapla, Okyanuslardaki tuz
miktarının, kıtaların 152300 m. kalınlığında bir tuz tabakasıyla kaplanmasına
yeteceğini söyleyebiliriz. Doğal olarak oluşan elementlerin hemen hepsine deniz
suyunda rastlanılır, sıcak deniz tuzunun % 85’inden fazlası, sodyum klorür,
başka bir deyişle sofra tuzundan oluşur.
Nehirler tarafından taşınan sodyum gibi mineraller toprak ve kayaların aşınması sonucu ortaya çıkan eriyik ve süspansiyonlardan oluşur. Fakat klor ve bor gibi diğer elementlerin varlığı, nehirlerin getirdikleri ile açıklanamamakta, dolayısıyla bu oluşumda diğer süreçlerin de rol oynadığı akla gelmektedir.
Yeryüzü tarihinin ilk dönemlerinde yerkabuğu ile yer merkezi arasında kalan katmanın zehirli gazlardan arınması sırasında diğer maddelerin yanı sıra su ve klor da yerkabuğunun altındaki erimiş volkanik kayaların arasında ortaya çıkmış olabilir. Günümüzde volkanik etkinlikler sonucu atmosfere yayılan elementler okyanuslara, yağmur ve kar yağışlarıyla taşınmaktadır. öte yandan deniz hayvanları öldüklerinde de, iskeletleri ayrışarak mineralleri denize geri verirler.
Elementler denizlere sürekli olarak aktarılınca, denizler giderek daha da tuzlulaşmaz mı? Gerçekte, deniz suyundaki tuz miktarında, yüz milyonlarca yıldan bu yana önemli bir değişme olmamıştır. Çözünmüş maddelerin miktarları zamana ve yere göre değişmekle birlikte, belli başlı, elementlerin okyanuslarda her zaman, hemen hemen aynı yoğunlukta bulunduğu kabul ediliyor.
Okyanus elementlerin, bir yandan hemen hemen tam dengeyi koruyacak oranlarda suya eklenip, diğer yandan sürekli olarak nakledildiği bir tanka benzetilebilir. Örneğin, elementlerden bazıları kayalarla birleşir, toprak tarafından emilir ve çözeltiden ayrılarak çökelti haline gelirler. Deniz bitkileri ve hayvanları da bunları kullanarak büyür ve gelişirler.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 188'den alınmıştır.
SABUN NASIL TEMİZLER?
Sabunun
gizi su ve yağ molekülleri arasında, normalde birbirinden kaçan bu maddeleri
karışmaya zorlayan aracılık yeteneğindedir.
Elimizi yalnızca suyla yıkadığımızda, derinin üzerindeki yağ, suyu, elimizi ıslatmadan dağıtır. Bundan dolayı temizlik sağlanmaz. Ancak sabun bu durumu değiştirir çünkü, sabun molekülünün bir ucu yağ molekülünü diğer ucu da su molekülünü çeker. Ellerimizi birbirine sürterek ovuşturduğumuzda, normalde su ile karışmayan yağ ve kirleri küçük parçacıklara böleriz. Ama devreye girdiğinde sabun molekülleri, lekeleri sarar ve kirleri suya çeker. Böylece bağlanırlar, parçacıklar artık çözünmezler, kolayca durulanarak uzaklaştırılmaya yetecek süre kadar su ile karışmış olarak kalırlar.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 179'den alınmıştır.
YAPIŞTIRMA NASIL OLUR?
Yapıştırıcılar, yapıştırılacak şeyleri nasıl birleştirebiliyorlar hiç düşündünüz mü?
Kırık bir çay fincanını onarmak için kullanacağınız tutkalın ya kimyasal bir bağlantıyla ya da mekanik bir kenetlenmeyle görevi üstlendiğini düşünebilirsiniz. Bunların da bir rol oynamasına rağmen yapıştırma işleminin asıl nedeni şudur:
İki madde birbirine yeterince yakınsa, yapışırlar. Yapışma, moleküllerin birbirine çok yakın olması dolayısıyla aralarında doğan evrensel çekimden ileri gelir.
Bu çekim kuvvetleri (bir Hollandalı fizikçinin önermesinden kaynaklandığı için, adına ‘Van der Waals” kuvvetleri denmiştir) atom çekirdeği, çevresindeki elektron düzeninden oluşur. Her ne kadar elektronlar simetrik yörüngelerde dönseler bile, herhangi bir anda elektrik yükleri dengeli dağılmış değildir. Her atomun pozitif ve negatif yüklü kutupları vardır.
İşte Van der Waals kuvvetleri, farklı atomların karşıt kutupları arasındaki çekim gücünden oluşur. Tek tek düşünüldüğünde bu çekim kuvveti oldukça zayıftır. Ancak sayısız atomlar arasında bu çekim kuvvetleri birleşerek sözü edilen yapıştırma gücü ortaya çıkıyor.
O halde, neden yapıştırıcılara gerek duyuyoruz. Yapıştırılacak iki maddeyi birbirlerine iyice sıkıştırırsak Van der Waals kuvvetleri bu maddeleri bir arada tutacak gücü oluşturamazmıydı?
Hayır, genellikle oluşmaz. Nedeni de iki cismin yüzeylerindeki moleküllerin arasındaki uzaklığın birkaç angstrom’u geçmemesi gerekir, ancak o zaman Van der Waals kuvvetleri etkili olur. 1 Angstrom ise 1 metrenin yalnızca 10 milyarda biridir. Oysa, yüzeyi pürüzsüz addedilen bir cismin bile yüzeyinde, en azından 400 Angstrom’luk tepeler vardır. Bu durumda yüzeyler birbirinin aynı olsa da yine moleküller arasında yeterli yakınlık sağlanamaz.
Yapıştırıcı, her iki yüzeyde bulunan moleküller arasında bir bağ oluşturarak onları bir arada tutar. Geniş ve yakın bir bağlantı için en iyi yapıştırıcılar sıvı olanlardır. Yapıştırıcının katılaştığında kolay kolay kopmayacak bir malzeme olması da gereklidir.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 183'den alınmıştır.
KARINCALARIN GARİP İŞBİRLİĞİ
Bir parça peynirin etrafında birçok karınca görürsünüz ve peynir yuvaya doğru hareket eder. Fakat gerçekte karıncaların bir bölümünün yaptığını diğer bir bölümü engellemektedir. Bir peynir parçasının etrafını çevirmiş karıncaların çekme yönleri farklıdır. Karıncalar peynir parçasını birbirine karşıt yönlere çekmektedir. Yine de öne ve sola çekenler ağır bastığından peynir parçası öne ve sola doğru hareket eder. Bunu şöyle kanıtlarsınız: Bir bıçakla arkasındaki karıncaları ayırın, parça çok daha hızla öne gitmeye başlar, böylece parçanın arkasındaki karıncaların parçayı itmeyip karşıt yönde çektikleri anlaşılmış olur. Karıncaların bu garip “işbirliği” sonucu dört karıncanın çekebileceği bir parçayı yirmi beş karınca taşır.
Not: Yazı, Bilim ve Teknik dergisi sayı 182'den alınmıştır
|
|
|
|
Matematikçiler derneği Bilim Köşesi /Yazar=Prof. Dr. Rüstem KAYA -2004 |
MATEMATİK KORKUSUNDAN NASIL KURTULABİLİRSİNİZ MATEMATİK fobik misiniz? |
Kaynak : Bilim teknik |
Prof. Dr.Ahmet INAM
ODTÜ Felsefe Bölümü
Insan kaç dünyada yasar? Simdi
hepimiz tek bir dünyada, yeryüzünde yasadigimizi düsünüyoruz ve bu dünya
hepimizce paylasilan bir dünya. Ama aslinda ,o, yasadigimiz ortak dünyanin
yaninda ,yasayabildigimiz degisik dünyalar da var. Bu nasil oluyor? Yasadigimiz
bu ortak, herkesle birlikte oldugumuz dünyamizi, kendime göre yorumlamaya,
anlamaya degerlendirmeye, düsünmeye, tasarlamaya basladigim zaman diger
insanlardan ayri bir dünya meydana geliyor .
Iste matematik; matematikçi olmak, benim görebildigim kadariyla, matematikle
ugrasmak, herkes için ortak bir dünyada yasamak ama, bu dünyaya matematikle
bakabilmek, bu dünyada matematikle yasayabilmekle gerçeklesebilir.Çünkü, bu
herkes için ortak olan dünyamizin içinde, birlikte yasadigimiz, paylastigimiz,
üzerinde tartistigimiz, kavga ettigimiz, sevdigimiz, kimi zaman nefret
ettigimiz, asik oldugumuz, aci çektigimiz bu dünyanin içinde, degisik dünyalar
var. Galiba ben bu ortak dünyanini disinda bir yerde bulunuyordum ki, bu
hepimizce ortak dünyaya erisemedigim ve geri dönüsü yapamadigim için zaman
zaman baska dünyalara gidip gelme durumum oluyor. Kendinizi düsünün bir problem
çözerken,eger çok yogunsaniz çevrenizdeki hersey birdenbire kaybolur, zaman
durur, etrafinizda bulunanlar, mekan alisa geldiginiz “saat zamani” ortadan
kaybolur, tamamen farkli bir dünyaya girersiniz. Iste ben sizinle bu “Matematikle
Yasamak” konulu söylesimde matematigin bu dünyasi hakkinda konusmak istiyorum.
Ben bir matematikçi degilim arkadaslar, ama matematigi seven anlamaya çalisan
biriyim. Daha dogrusu matematigi, birçok felsefecinin yapmaya çalistigi gibi
matematiksel düsünme ve onun isleyisi anlaminda anlama yolunda degilim ;
matematigi dünyasi ve o dünyada yasayan insanlarla birlikte kavramak istiyorum.
Buna çalisiyorum. Matematiçiler benim hep ilgimi çekmistir. Yani sairler,
ressamlar nasil ilgimi çekmisse matematikçiler çok ilgimi çekmistir. Nedenini
açiklamaya çalisayim. Ne var matematikçilikte, matematikçi olmak neye benzer,
matematikçi gibi yasamak diye bir yasama biçimi var midir? Ben oldugunu
düsünürüm. Bir insanin Matematikçi olmasinin (tabi istisnalar olabilir hakli
olarak itirazda edebilirsiniz. Bu konusmam bitigi zaman) belli bir dünyada,
belli bir tarzda yasamasiyla çok yakindan ilgili oldugunu düsünüyorum.
Dünyalardan söz etmistim ya, bu konusmamin basinda size, bu dünyalardan dördünü
açiklamaya çalisayim size. Matemetigin nerede oldugunu bu dünyalar arasi
iliskilerden anlatmaya çabalayayim.
Birinci dünya hepimizin ortak oldugu dünya. Simdi su oturdugunuz koltuklar,
iste benim sesim, benim görüntüm, buna birinci dünya diyoruz. Fiziksel bir
dünyadir ve ortak bir dünyadir. Bu dünyayi yitirdiginiz zaman mahvolursunuz;
zaten bir çok akil hastaliklarinda bu dünya yitiyor, baskalariyla ortak yasama
dünyasini kaybediyorsunuz ve ozaman tüm çevrenizle ve öteki insanlarla
iliskiniz kopuyor. Onun için ruh sagligi, düsünce sagligi açisindan ,birinci
dünyayi, her nekadar çok dalgin, kendinden geçmis bir insan olsaniz da
yitirmemeniz gerekiyor. Eskiden yitiren insanlar olurmus. Büyük alimler.
Mesela,bir profösör odasindan çikiyor, evini bulamiyor birtürlü. Kafasi o kadar
dalgin, o kadar kendini gömmüs ki ugrastigi düsünsel sorunlara. Simdi akademik
hayatta böyle insanlar göremiyorum. Tersine, öyle uyanik, is bitirici, anasinin
gözü insanlar sarmis akademik yasami. “Acaba ben buradan kaç makale
çikartabilirim?” En iyi doktora tezi olabilecek konuyu nasil bulabilirim?”
“Hangi hocanin yanina gitsem de bir makale çikarsam, bir yerden birseyler
kapsam.”diyen insanlar dolasiyor üniversitelerde. Büyük bir degisme var
akademik hayatta, birinci düyaya karsi. Yanlizca matematikçilerde degil, bütün
akademisyenlerde, birinci dünyanin çok yogun çalistigini görüyoruz. Oysa
birinci dünyada degil matematik . Bu dünyada matematik yok. Bu dünyada sayi
yok.(Bu dünyada kavramlar yok! Hiçbir kavram yok!) Bu dünyada 3 tane kiraz var,
3 tane hiyar var, 3 tane araba var ama 3 yok. 3 ün olmayisi diger sayilarin da
olmadigini gösteriyor. 3 yoksa diger sayilar nasil olacak , kök 2 nasil olacak
veya kökiçinde eksi 1 nasil olacak, sayilar yok bu dünyada, demek ki matematik
bu dünyada degil. Yani, bu dünyada matematigin hiç bir nesnesine dokunamiyor,
matematigin hiç bir nesnesini öpemiyorum. “Üçgenim gel canim benim!”
diyemiyorum. Böyle bir üçgen nerede? Yok ki.! Çizebilirim kagidin üzerine ama,
o çizdigim üçgen degildir. O üçgenin resmidir. Üçgenle üçgenin resmini
karistirmamak gerekir. Çünkü bir dogru parçasini, geometri kitaplarinin
yazdigina göre çizmeye kalksam, aslinda o çizdigim muhakkak kalinligi olan bir
sey olmak zorunda oldugu için, tanim geregi dogru parçasi olamaz. Çünkü ben
dogru parçasina büyüteçle veya mikroskopla baktigim zaman resimdeki kagit
üzerinde bir sürü tirtil görecegim. Girintiler çikintilar gözleyecegim.Kagit
üzerinde çizdigim sekil, matematikçinin kafasindaki dogru parçasina benzemiyor.
Demek ki dogru parçasi yok. Demek ki matematigin hiçbir nesnesi birinci dünyada
yok. Demek ki matematikçiler, olmayan seylerin pesinde kaptirmislar habire
onlarla ugrasiyorlar. Bunlarin hiç bir nesnesi yok. Bayagi bir düsündürücü
birsey. Demek ki bu dünyanin disinda baska bir dünya olmali ki (ahiret anlaminda
söylemiyorum ama!), öyle bir baska dünya olmali ki, orada bu matematiksel
nesneler olmali; bu dünyanin ortak birinci dünyayla bir iliski biçimi,
haberlesme tarzi bulunmasi gerekir. Iste bu matematikçilerin yasadigi dünyaya
gidis yollarindan birisi, bu haberlesmeyi basarmakla olanakli. Bunlari
anlatiyorum, çünkü matematik egitimi açisindan çok önemli oldugunu düsünüyorum.
Ben gerçi matematikçi degilim ama, hayatimin bir döneminde, genç yasimda
matematik dersleri verdim, uzun yillar 10 yil kadar, orta ögretim düzeyinde,
üniversiteye hazirlik derslerinde deneyimler edindim. Elimde çanta ile zengin
çocuklarin evlerine gider Istanbul ‘da Sisli’de, o zamanlar sosyetenin oturdugu
Levent’de , simarik, kendini bilmez ögrencilere örnegin Pisagor teoreminin ispatini
ögretmeye çalisirdim, olasilik hesabindan söz ederdim. Ama bütün bu deneyimler
bana, matematigin nasil bir insan etkinligi oldugu konusunda görüs kazandirdi,
kafamda matematigin yapisiyla ilgilis sorularla dolastim yillarca;matemetik
egitimindeki sikintilar üstüne düsünmeye çalistim. Ben içinizdeki degerli
hocalara birsey söyleyecek durumda degilim. ‘Tereciye tere satmak’ bizim
kültürümüzde çok ayip birseydir. Kendi birikimimlerimi aktarmak istiyorum bu
dünya teorisi yardimiyla.
Birinci dünya ortak bir dünyadir ama, ikinci dünya, psikolojik bir dünya
diyebilecegimiz bir dünyadir. Bu dünya, ortak olma özelligini kimi zaman tasir
kimi zaman tasimaz.Eger yanimdaki bir arkadasimla ayni duyguyu paylasiyorsam,
ikinci dünyamizda ortaklik oldugu söylenebilir. Gerçi, nereden bilecegiz ayni
duyguyu tasidigimizi sorulari filan var ama oralara girmek istemiyorum.
Birbirimizin gözlerinin içine bakiyoruz; bahar gelmis,sevgilimle elele
tutusmusuz, herhalde ayni ikinci dünyayi paylasiyoruz. Kalpleri ayni dünyada,
birinci dünyalari da ortak,ikinci dünyalari da. Nekadar güzel! Simdi, matematik
dünyasina girebilmek için, bu psikolojik dünyanin içinde uygun bir tavirla
yasayabilmek gerekiyor. Yani ikinci dünyasi müsait olmayan insanlarin matematik
özürlü insanlar oldugunu çok rahat görebilirsiniz. Yani bazi insanlar var ki
(ben ögrencilerimde de görmüsümdür!) mümkün degil, kafasinin matematige
basmasi. Yani, matematik geçirmez bir kafayla dolasiyor, hiçbir sekilde geçmesi
mümkün degil kafasina matematigin; siniflarini geçebilir, hatta korkarim
matematik ögretmeni bile olabilir, ezberleyerek, hiç anlamadan. Ikinci dünyanin
olmasi demek su demek,yasamdan örneklerle açiklaya çalisirsam: Matematik
nesneler bu dünyada olmadigi için sizin maç seyreder gibi matematiksel
iliskileri seyretme olanaginiz yok. Onun için maça giden bir insanin
ikincidünyasi, Fenerbahçeli veya Galatasarayli olmasi gibi sevinçlerle
coskularla arzularla umutlarla dolu olabilir ama, bu psikolojik egilim ve
tutumla siz,matematikçinin varmasi gereken dünyaya varamazsiniz. Baska bir
ikinci dünya yasayisi gerekiyor, yani baska bir ruh hali ,baska bir tutum
gerekiyor. Iste bu, malesef bizim egitim sistemimizde pek sözü edilmeyen çok
fazla tartisilmayan bir seydir. Matematik egitimi açisindan çok önemli bir soru
da su: Genç bir insanin. bir matematik gönüllüsünün, bir matematik asiginin,
ikinci dünyasiyla nasil bir iliskiye geçmeliyim ki, o matematiksel problemlerin
dünyasina (ki ben ona dördüncü dünya diyecegim) ,dördüncü dünyaya geçebilsin?
Nasil bir yogunlasma, nasil bir heyecan, nasil bir ilgi olmali ki, matematigi
seven, matematige kendini vermek isteyen genç insanlar, matematigin nesneleri
ile karsi karsiya gelebilsinler onlarla iliskiye geçebilsinler?. Gödel diye bir
Matematikçi ve çok ünlü bir mantikçi var. Ayni zamanda felsefeci olan
birisidir. Gödel, tipki bizim birinci dünyada örnegin bu su sisesini gördügümüz
gibi matematik nesneleri gördügünü söylerdi. Nasil sizin önünüzde masa, perde
varsa onun da önünde sayilar veya geometrik nesneler, neyse ugrastigi problemler,
sanki çok somut cisimler gibi duruyormus. Ben geometri alaninda çalisan
biriysem, eger ikinci dünyam uygunsa, bir yogunlasma ve kendimi toparlama ile
matematiksel soyut düsünmeye dogru kendimi ruhsal olarak hazirlama
gerekliligini yerine getirebilmissem, matematiksel nesneler dünyasina çok kolay
çikabiliyorum. Yoksa, siçrayip siçrayip yere düsen birine benzersiniz. Hani
yüksek bir duvar vardir da boyunuz yetmez siçrar biraz yükselir azicik birsey
görür tekrar yer çekiminden dolayi düsersiniz. Belkide çogumuz öyleyiz; ikinci
dünya müsait olamadigi için matematik problemlerinin ve konularinin azicigini
görüyoruz ha! Tam görecegiz anlayacagiz derken, asagiya düsüyoruz. Bir daha
çikmak için, ne yapmak gerekir? Herhalde bu ikinci dünya dedigim psikolojik
dünyanin, nörolojik ve fizyolojik temelleri de var. Bazi insanlarin beyin
yapilari, sinir sistemleri, vücut yapilari, beyin beden bütünlügü, aldigi
egitim ve çevresiyle olan iliskisi, kisiligi, duygusal yapisi matematik dünyaya
girmeye çok uygun olabiliyor. Bunlar çok uzun süre soyut alemde matematiksel
dünyada dördüncü dünyada yasayabiliyorlar. Çünkü 3 sayisi oradadir diye
düsünüyorum. Bu Platoncu bir düsüncedir, elestirebilirsiniz aslinda bu dünyalar
teorisini. Ama matematik ögretimi konusunda bir fikir verdigi ve iyi bir model
oldugunu düsündügüm için, bu teoriyi savunuyorum. Eger ikinci dünyaniz uygunsa,
yani kendinizi çok iyi hazirlamissaniz psikolojik olarak iliskileriniz
açisindan, yogunlasma gücü açisindan, bedeniniz açisindan,matematigin dünyasina
ulasip,orada gücünüz oraninda yasayabilirsiniz. Kimi zaman , yogunlasabilmek
için ilaç almak gerekebilir.Çünkü akliniz dagiliverir. Tam probleme oturuyorsun
disardan bir müzik çaliyor veya maç var , bu problemi biraz sonra çözeyim bir
maç seyredeyim diyorsun ama, maçi seyrettikten sonra dördüncü dünyaya çikma
gücün kayboluyor. Gitmis,ikinci.dünyadaki o hazirlik ortadan kalkmis! Bu neye
benziyor, sanki savas hazirligi gibi birsey. Cephane, silah, hertürlü lojistik
destek olacak ki cepheye yani o matematiksel nesnelerin oldugu alana çikis
yapabilelim. Iste dördüncü dünya dedigim bu alan, üçgenin, sayilarin
matematiksel iliskilerin, kümelerin, fonksiyonlarin, limitlerin, türevlerin,
integrallerin, oldugu bir dünyadir. Gönül istiyor ki, orada matematikçiler o dünyaya
rahat rahat girsinler,o dünyada ,bir kasif gibi, bir gezgin gibi
dolasabilsinler ve matematiksel nesneleri görsünler, tanisinlar, anlasinlar,
iliskileri kavrasinlar, daha önce fakedilmemis iliskileri görsünler,
basarilamamas ispatlari yapabilsinler. Yeni iliskiler, yeni matematiksel gezi
ve kesif alanlari görebilsinler. Dördüncü dünyada da ( bu dünya düsüncesini
kabul ediyorsaniz) belki kesfedilmemis birsürü sey duruyor bizim kesfimizi
bekleyen. Yani Matematikçi, bir anlamada bir kasiftir, tipki Amerika Kitasini
pusula, harita falan olmadan okyanusu asarak bulmaya çalisan, türlü zorluklarin
üstesinden gelmeye ugrasan kasifler gibi. Çok büyük tehlikeler karsimizda
duruyor. Çok büyük yanlislar yapabiliriz, anladigimizi sanabiliriz ama ikinci
dünyanin oyununa gelebiliriz. Ispat ettigimizi saniriz. 3 gün sonra anlariz ki
ispat degilmis bu, büyük bir “wishful Thinking” imis. Öyle olsun istemisiz,öyle
yapmisiz. Bu durumu ben derslerimde görüyorum. Matematik dersi vermiyorum ama
mantik dersi veriyorum. Ögrencilere ispat soruyorsunuz( onlarin psikolojilerini
incelemek lazim ). Ispat edilecek teorem için ona ispatini adim adim
gerçeklestirecegi aksiyomatik bir sistem sunuyorsunuz.. Bu ispati yaparken
ögrenci bir adimda takiliyor. Simdi nasil çikacak isin içinden de, bir sonraki
adima gelecek?Ikinci.dünyasinin burada o kadar hazir olmasi lazim ki ,ikinci .
dünya onu firlatsin dörde, dörtte bulacak hangi adimin atilmasi gerektigini.
Ama ikinci dünya müsait degil,örnegin kafasi daginik. O gün ya çisi gelmis, ya
da baska birsey; birtürlü çözemiyor,tirnaklarini yiyor çocuk, çok aci çekiyor,
bir satir yazamiyor. Ozaman garip birsey oluyor. Belki ögretmen arkadaslar
kendileri de gözlemistir. Orada çocuk inanilmaz bir satir uyduruyor.Çölde serap
görmüs gibi, bir satir uyduruyor ve ondan sonra hemen baska bir satira geçiyor
ve ispati tamamliyor. O tamamen uydurulmus bi satirdir ve o kadar güzel
uyduruyor ki ,o satiri koydugu zaman ispat bitiyor. Insan kafasi inanilmaz
yanilgilarla dolu olabiliyor,ikinci dünyasini yasarken;matematik egitimcileri
olarak bu dünyayi iyi tanimak gerek. .
Ikinci dünyalarimiz, bizim hepimizin kendi bireysel dünyalaridir. Kendi
kafamizin içindeki, kendi kalbimizin içindeki, kendi heyecnlarimiz, kendi
dikkat gücümüz, kendi kiskançliklarimiz beklentilerimiz falandir. Ama üçüncü
dünyamiz ortak heyecanlar alani olan dünyadir. Buna ben Türkçeden bir söz
bulmak istiyorum. Buna matematiksel heyecan alani veya matematiksel ask alani
veya matematiksel ask dünyasi diyebilirsiniz. Saniyorum birçok arkadasimizda bu
üçüncü dünya yoktur. Yani ikiden dörde siçriyorlar. Bu ne demek ?
yaptiklarindan ask duymuyorlar. “Burada bir ispat var, bunu yapacagiz; bir
problem var bunu çözecegiz. Sinifini geçmek için bunu yapacaksin . Biran önce
bu ispati yapalim da yemege gidelim veya maç seyredelim” sözleriyle
örnekleyebilecegimiz,memur kafali matematikçi tipini sorgulamak
gerekir.Dördüncü dünyaya ikiden siçrayabilen,kurnaz,is bilir,heyacansiz
insanlarin üçüncü dünyasizliginin matematik egitimini olumsuz yönden
etkiledigini düsünüyorum.Bir matematikçi düsünün ki ask dünyasi yok arkadaslar!
Olmasi gerekir mi gerekmez mi? Onu da sizlerle tartismak isterim. Bunu yalniz
matematikçiler için söylemiyorum . Her akademik alanda, her entellektüel
çabada, sanatta da böyledir. Memur sair vardir. Bir de ask dolu sair vardir.
Memur fizikçi vardir. Memur fizikçi zeki adamdir iste,ikinci dünyasi çok
uygundur. Ordan dörde geçip birseyler yazar. Oradan onu profesör
yaparlar.Bilmem hangi kurumun baskani olur. Ama, fizik apayri birseydir. Fizigi
içinde duyabilmenin, ve onun heyecaniyla dördüncü. dünyaya gidebilmenin
coskusuyla yasama alani iste üçüncü alan. Bence egitimde hem iki hem üç çok
önemlidir. O yüzden matematik egitiminde ögretmenlerin böyle dünyalarin
varligini ögrenciler aktarmasi gerekir. Yani kavanoz dibi gibi gözlüklerini
takmis, heyecansiz ,anlamsiz bakan bakan gözleriyle bana matematigi zehir eden
hocalarim oldu. Kaslari çatik, garip seyler yaziyor tahtaya. Ondan sonra
korkarak bir soru sordugum zaman azarliyor. “Aptal bunu görmüyor musun? Bunu
anlamayandan matematikçi mi olur? ” “Allah Allah” diyordum kendi kendime, “ne
ilahi birsey bu matematik, herhalde bizim buna aklimizin ermesi mümkün degil
“Ikinci dünyam böylelikle depremlerle dolu oluyor, yaralar aliyor. Ben belki, o
yanlis ve hasta hocam olmasaydi dördüncü dünyaya çikabilecektim. Ikinci dünyami
biraz oksasaydi. Bana sevdirseydi matematigi,üçüncü dünyayla tanistirabilseydi;
örnegin “sen vasat zekali birine benziyorsun ama fena da bir adam degilsin.
Sunu sunu çözebiliyorsun” deseydi; belki argo deyimle beni gaza getirseydi,
belki çok büyük bir matematikçi olamazdim ama, matematik asigi olup dolanip
dururdum. Heyecan duyardim, belki bazi insanlara:”Matematik va ya acaip bir
dünya; siiri filan birakin da matematikle ugrasin. Neden müzik dinliyorsunuz ?
Bakin size korkunç acaip matematik problemleri getirecegim, bir baslayin siir
kitabi okumus gibi, müzik dinlemis gibi, ciltlerle roman okumus gibi
olursunuz;matematigi bir sanat yapitini yasar gibi yasayabilirsiniz.Çünkü,bu
dünya uzak bir dünya degildir. Bu dünya korkunç bir dünya degildir. Bu konuda
bir çok arkadas bir çok kitap yaziyor. Gerçekten matematikle yasamayi sevdirmek
gerekiyor. Çünkü bu dörüncü dünyaya çikabilme, soyut kavramlar dünyasina
çikabilmek demektir. Dördüncü dünya,yalnizca matematik alanini kapsamiyor.
Bunda her türlü soyut düsünce, hertürlü kuramsal düsünce vardir. Iste bu
dünyaya çikabilecek insanlarimizin olmasi, bizim kültürümüzün zenginlesmesi ve
genislemesi demektir. Biz de bu dünyaya çok degerli ve yaratici bilim adamlari
armagan edebiliriz. Bizde bu donanima sahip insanlar olduguna inaniyorum.
Ikinci dünyasi müsait çok genç insanimiz var. Ama biz üçüncü dünyayi onlara
duyaramadigimiz için, o heyecani, o aski, o coskuyu, o tesvigi, o yardimi
yapamadigimiz , hep bir memur gibi çalistigimiz için, hep soruna dar kafali
baktigimiz için , kendi ruh alemimizi çok iyi tanimadigimiz, taniyamadigimiz
için, gençlere bilgilerimizi aktarirken bu hastalikli yanimizi da aktarmis
oluyoruz. Kendi komplekslerimizi, asagilik duygularimizi, yalnizligimizi,
çaresizligimizi matematik ögretirken çocugun yüzüne vurmus oluyoruz. Bunu
çogunlukla farkina varmadan yapiyoruz. Bir egitimcinin buna çok dikkat etmesi
gerekiyor. Çünkü çok az insanin basarabilecegi ve çok az insanin girebilecegi
bir dünya gibi gösterirsek. dördüncü dünyayi, bu dünyaya giremiyenleri de
sürekli olarak asagilarsak,küçümsersek ve bu egitimcilik olmaz. Herhalde
matematige yapilmis çok büyük kötülük olur diye düsünüyorum.
Üçüncü dünyanin heyacanini yansitacak matematik tarihinden,matematikçilerin
hayatindan örnekler sunabilir,matematik egiticisi.Bunlari ders kitaplari
yazmiyor, ders kitaplari sadece ispatin sonucunu yaziyor ama bu ispata giden
insan neler çekmis, hangi duygulardan, ne gibi firtinalardan, ne gibi çabalardan,
yorgunluklardan, çilelerden geçtikten sonra bu ispati yapabilmis bunu
anlatabilirsiniz. Bunu anlayabilir karsidaki ve matematigi sevebilir. Matematik
bir insan etkinligi, herhangi biri, vasat zekalida olsa matematigi anlar,onu
sevebilir,yasamina belli bir ölçüde matematigi katabilir. Matematigin dördüncü
dünyasina saygi duyabilir. Matematikle hayatini ve yasadigi evreni anlamaya
çalisabilir.. Kainati ve hayati anlamak matematigi anlamaktan geçiyor belki.
Insanlar arasindaki iletisim sorunlarini çözebilecek uygun bir dili, belki
matematik dili ile insanlar bulacak. Henüz böyle bir dil, su andaki matematik
bilgimizle olanakli gözükmüyor, belki bir gün gelecek matematik o kadar
gelisecek ki, egitilmesi ve ögrenilmesi o kadar kolay olacak ki, insanlar
birbirleriyle matematik dili ile konusacaklar bütün dünyanin ortak dili belki
de matematik olacak.
Eski çağlardan beri müziğin matematik ile ilişkisi biliniyordu. Ortaçağda eğitim programlarında müzik, aritmetik, geometri ve astronomi ile aynı grupta yer alırdı. Günümüzde bilgisayarlar aracılığı ile bu bağ sürüyor.
Matematiğin müzik üzerindeki etkisinin açıkça görülebildiği alan, müzik parçalarının yazımıdır. Bir müzik parçasında ritim (4:4'lük, 3:4'lük, gibi), belirli bir ölçüye göre vuruş, birlik, ikilik, dörtlük, sekizlik... notalar bulunur. Bir ölçüye göre n sayıda nota yazmak, matematikte ortak paydayı bulmaya benzer, çünkü belirli ritimde, değişik uzunluktaki notalar belirli bir ölçüye uydurulur. Besteciler, yapıtlarını nota yazısının katı kalıpları çerçevesinde, mükemmel bir biçimde ve zorlanmadan yaratırlar. Karmaşık bir beste incelendiğinde, her ölçünün, değişik uzunlukta notaları kullanan belirli sayıda vuruştan oluştuğu görülür.
Matematik ile nota yazımının arasındaki bu ilişkinin yanı sıra müzik, oranlar, üstel eğriler, periyodik fonksiyonlar arasındaki ilişki de değerlendirilir. İlk kez oranlar ile müziği PISAGOR cular ilişkilendirmiştir. Sesin, çekilen bir telin uzunluğuna bağlı olduğu fark edilerek müzikte armoni ile tamsayılar arasındaki ilişki bulundu. Uzunlukları tamsayı oranlarında olan gergin tellerin armonik sesler verdiği görüldü. Gerçekten de çekilen tellerin her armonik bileşimi tamsayıların oranı biçiminde gösterilebilir. Örneğin, C(do) notasını çıkaran bir teli ele alalım. C'nin uzunluğunun 16/15'i B'yi (si), 6/5'i A'yı (la, 4/3'ü G'yi (sol), 3/2'si F'yi (fa), 8/5'i E'yi (mi), 16/9'u D'yi verir.
Kuyruklu pianonun biçiminin neden eğri olduğunu düşündünüz mü? Gerçekten bir çok müzik aletinin biçimi ve yapımı matematiksel kavramlara dayanır. Üstel fonksiyonlar ve eğriler bu kavramlardandır. Üstel bir eğrinin denklemini y=a*kx (k>0) olarak düşünebiliriz. Telli ve üflemeli çalgıların biçimler bu üstel eğrinin biçimiyle eşlenebilir.
Müzikal seslerin niteliğinin incelenmesi 19.yy'da matematikçi FOURIER 'in çalışmalarıyla doruğa çıktı. O, müzik aleti ve insandan çıkan bütün müzikal seslerin matematiksel ifadelerle tanımlanabileceğini, bunun da basit periyodik sinüs fonksiyonlarıyla olabileceğini kanıtladı. Her sesin, onu başka müzikal seslerden ayıran üç özelliği vardır:
· perdesi
· yüksekliği
· dokusu
Fourier'in buluşu, sesin bu üç özelliğinin grafikle gösterilmesini sağlamıştı. Ses dalgası, eğrinin frekansıyla: sesin yüksekliği, eğrinin genliğiyle ve sesin dokusu periyodik fonksiyonun biçimiyle ilişkilidir.
Müziğin matematiğinin kavranmasıyla, beste ve müzik aletleri yapımında bilgisayarlardan yararlanmak mümkün olmuştur.
ORMAN
YANGINININ MATEMATİĞİ
1960'ların sonuna doğru birbirini etkileyen parçacık
sistemi olasılık teorisinin bir dalı olarak gelişmeye başladı ve ilerleyen bir
alan durumuna geldi. Çeşitli doğa olaylarının yaygınlığını incelemek amacıyla
Matematiksel ve bilgisayar modelleri kullanılıyor. Matematikçiler, dama
tahtasını kullanarak örneğin, ağaçlar gibi rastgele bir dağılım gösteren
parçaların modelini yapar. Tahtanın ortasındaki her işaretli birim ya da küme
ağaçları temsil eder. Bu birimler ya yakılmış, ya yanıyor, ya da zarar görmemiş
olur. Yanan bir birimin, her bir zaman diliminde, yangını dört komşu birimden
birine (eğer buradaki birimler daha önce yanmamışsa) sıçratma olasılığı vardır.
Şimdiye kadar bu modeller gerçek yaşamdaki durumlar kadar karmaşık değildir.
Benzer modeller salgın hastalıkların yayılmasına ilişkin olarak da
kullanılmaktadır. Bu durumda, her birim sağlıklı, hasta ya da bağışıklığı olan
bir kişiyi temsil eder. Matematikçiler değişik olasılık derecelerini ve
bunların bilgisayar modellerinde nasıl geliştirileceğini araştırmaktadır.
Karmaşık bilgiler, Matematiksel modellerle işlenebildiği ölçüde, bu
çalışmalaların sonuçları ve tahminleri belirli doğa olaylarının kavranmasında
ve denetlenmesinde önemli bir rol oynayacaktır.
sembolü, Yunan alfabesinin 16. harfidir. Bu
harf, aynı zamanda, Yunanca çevre (çember) anlamına gelen
"perimetier" kelimesinin de ilk harfidir. İsviçreli matematikçi
Leonard Euler, 1737 yılında yayınladığı eserinde, daire çevresinin çapına oranı
söz konusu olduğunda, bu sembolü kullandı. Leonard Euler'den önce gelen bazı
matematikçiler tarafından da, bu sembol kullanılmıştır. Ancak, Leonard
Euler'den sonra gelen, tüm matematikçiler bu sembolü benimseyip kullandılar.
Ayrıca, doğal
logaritmanın tabanı olan 2, 71828... sayısı için, L. Euler'in kullandığı e
harfi, sembol olarak bütün matematikçiler tarafından kullanılmaya başlanmış, benimsenmiştir.
Gene, karekök içinde -1 imajineri için de, L. Euler ile birlikte i sembolü
kullanılmaya başlanmış ve genelleşmiştir.
İnsanoğlu; daire
dediğimiz, kendine özgü düzgün yuvarlak şeklin farkına, tekerleğin icadından
çok önceki tarihlerde varmıştır. Bu şekli, diğer insan ve hayvanların
gözbebekleri ile gökyüzündeki Güneş ve Ayda görüyordu. Derken, elindeki sopa
ile, kum gibi düzgün yüzeylere daire çizdi. Sonra düşündü; bazı daireler küçük,
bazıları ise büyük. Görüyordu ki (sezinliyordu ki), dairenin bir ucundan öteki
ucuna olan uzaklığı (çapı), büyürse, çevresi de o kadar büyüyordu. Sonra gene
düşündü, cilalı taş devri insanı, artık soyutlamasını yapmıştı. Dairenin;
çevresinin uzunluğu ile çapının uzunluğu orantılıydı. Çevrenin çapa oranı,
daireden daireye değişmiyor, sabit kalıyordu. Demek ki; bugünkü gösterim
şekliyle, bu sabit orana dersek; Çevre/Çap = sabit. Şeklinde yazılabiliyordu.
Bu oranın sabitliği
anlaşıldıktan sonra, sabit oran değerinin, sayı olarak belirlenmesi
gerekiyordu.
Pi Sayısının Tarihsel Gelişimi
Kaynaklar, sayısı için, gerçek değerin ilk kez Archimides (M.Ö. 287-212) tarafından kullanıldığını belirtir. Ancak, Archimides'ten önce, Eski Mısırlılar'da ve Mezopotamya Babil devrinde, Archimiden'den sonra da, 15. yüzyıl Türk-İslam Dünyasının ünlü matematikçisi Gıyasüddin Cemşid (?-Semerkant 1429 ?) tarafından, sayısı için yaklaşık bazı değerler kullanılmıştır.
Pi
Sayısının Kronolojik Gelişimi
M.Ö. 2000
: Eski Misirlilar pi= (16/9)2 = 3.1605 degerini kullaniyorlar.
M.Ö. 2000 : Mezopotamyalilar Babil devrinde pi=3 tam 1/8 degerini
kullaniyorlar.
M.Ö. 1200 : Çinliler = 3 degerini kullaniyorlar.
M.Ö. 550 : Kutsal Kitapta (I. Krallar 7 : 23) ,pi = 3 anlamina geliyor.
M.Ô. 434 : Anaksagoras daireyi kare yapmaya girisir.
M.Ô. 300 : Yillari, Archimides < < oldugunu buluyor. Bundan baska
yaklasik olarak =211875/67441 kesrini de buluyor.
M.S. 200 : Yillarinda, Batlamyos pi = (377/120) = 3.14166 degerini kullaniyor.
M.S. 300 : Yillari, Çüng Hing pi= = 3.166 degerini kullaniyor.
M.S. 300 : Yillari, Vang Fau pi= (142/45) = 3.155 degerini kullaniyor.
M.S. 300 : Yillari, Liu Hui pi= (471/150) = 3.14 degerini kullaniyor.
M.S. 500 : Yillari, Zu Çung-Çi 3.1415926< < 3.1415927 oldugunu buluyor.
M.S. 600 : Yillari Hintli Aryabhatta pi= (62832/2000) = 3.1416 degerini
kullaniyor.
M.S. 620 : Hintli Brahmagupta pi= (m/10) degerini kullaniyor. Bazi kaynaklarda
da Brahmagupta'nin için degerini kullandigi belirtilir.
M.S. 1200 : Italyan Fibonacci pi= 3.141818
M.S. 1436 : Semankant Türkü Giyasüddin Cemsid el Kasi, 'yi 14 basamaga kadar
elde ediyor. Bu deger bugünkü kabul
edilen degere göre dogrudur.
M.S. 1573 : Valentinus Otho pi= (355/113) = 3.1415929 oldugunu buluyor.
M.S. 1593 : Hollanda'li Adriaen van Rooman pi'yi 15 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1596 : Hollandali Lodolph ve Cevlen pi'yi 35 basamaga kadar hesapliyor.
(Bu nedenle Almanya'da sayisi, Lodolph sayisi diye de bilinir.)
M.S. 1705 : Abraham Sharp pi'yi 72 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1706 : John Machin yi 100 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1719 : Fransiz De Lagny pi'yi 127 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1737 : Leonard Euler'in benimsemesiyle sembolü evrensellik kazaniyor.
M.S. 1761 : lsviçreli Johaun Heinrich Lambert nin irrasyonelligini kanitliyor.
M.S. 1775 : Isviçre'li matematikçi, L. Euler nin üstel olabilecegine isaret
ediyor.
M.S. 1794 : Fransiz Adrien-Marie Legendre pi'nin ve 2 nin irrasyonelligini
kanitliyor.
M.S. 1794 : Vega yi 140 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1844 : Avusturyali Schulz von Strassnigtzky pi'yi 200 basamaga kadar
hesapliyor.
M.S. 1855 : Richter pi'yi 500 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1874 : lngiliz W. Shanks pi'yi 707 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1882 : Alman Ferdinan Lindemann pi'nin üstel bir sayi oldugunu kanitliyor.
M.S. 1947 : Ilk bilgisayar ENIAC pi'yi 2035 basamaga kadar hesapliyor.
M.S. 1958 : F. Genuys tarafindan, Chiffers I de yayinlanan makalede,pi
sayisinin degeri 10.000 nci ondalik basamaga kadar hesaplanmistir.
Pİ sayısının
ilk 1000 basamağı..
3,14159265358979323846264338327950288419716939937510
58209749445923078164062862089986280348253421170679
82148086513282306647093844609550582231725359408128
48111745028410270193852110555964462294895493038196
44288109756659334461284756482337867831652712019091
45648566923460348610454326648213393607260249141273
72458700660631558817488152092096282925409171536436
78925903600113305305488204665213841469519415116094
33057270365759591953092186117381932611793105118548
07446237996274956735188575272489122793818301194912
98336733624406566430860213949463952247371907021798
60943702770539217176293176752384674818467669405132
00056812714526356082778577134275778960917363717872
14684409012249534301465495853710507922796892589235
42019956112129021960864034418159813629774771309960
51870721134999999837297804995105973173281609631859
50244594553469083026425223082533446850352619311881
71010003137838752886587533208381420617177669147303
59825349042875546873115956286388235378759375195778
18577805321712268066130019278766111959092164201989
PİRAMİTLER
Herbiri 20 ton olan taşlardan inşa edilmiştir. Ve bu taşları temin edebilecek
en yakın mesafe yüzlerce km. uzaklıktadır.
Piramit kimin adıyla yapıldıysa, onun mumyasının bulunduğu odaya, yılda iki kez
güneş girmektedir. Doğduğu gün, tahta geçtiği gün.
Mumyalarda radyoaktif madde buşunduğundan: mumyaları ilk kez bulan 12
bilimadamı kanserden ölmüştür.
Piramitlerin içinde, ultrasound radar, sonar gibi cihazlar çalışmaktadır.
Kirletilmiş suyu birkaç gün piramitin içinde bekletirsek, suyu arıtılmış olarak
buluruz.
Süt, birkaç gün süreyle bozulmadan kalır ve sonunda yoğurt olur.
Bitkiler, piramitin içinde daha çabuk büyürler.
Piramit içine bırakılan su, 5 hafta süre ile bekletildikten sonra yüz losyonu
olarak kullanılabilir.
Çöp bidonu içindeki yemek artıkları hiç koku neşretmeden piramit içinde
mumyalaşır.
Kesik, yanık, sıyrık gibi yaralar büyük bir piramitin içinde daha çabuk
iyileşme gösterir.
Rastlantıların Şaşırtıcı Benzerliği
Rastlantılar insanların her zaman ilgisini çekmiştir. Raslantıların
şaşırtıcı benzerliğini görmek için şu örneği inceleyelim: Bir yılda 366 gün
olduğuna göre (şubatı 29 gün sayıyoruz), bir grupta doğum günleri aynı olan en
az iki kişinin bulunduğundan emin olabilmemiz için, o grubun 367 kişiden
oluşması gerekir. Niçin?
Ya bundan % 50 emin olmakla yetinseydik? Bir grupta aynı gün doğmuş iki kişinin
bulunma olasılığının yukarıdakinin yarısı kadar olabilmesi için, grubun kaç
kişiden oluşması gerekir? İlk tahmininiz, 365’in yaklaşık yarısı olan 183
olabilir. Oysa sürpriz yanıt, grubun sadece 23 kişiden oluşması gerektiğidir.
Başka bir deyişle, rasgele seçilen 23 kişi içinde, % 50 olasılıkla, iki ya da
daha fazla kişi aynı doğum gününü paylaşacaktır.
Buna inanmakta zorlananlar için, aşağıda bu sonucun nasıl elde edildiğini
kısaca gösterelim:
Çarpım prensibine göre, beş tarihi seçebilmek için (365x365x365x365x365=3655)
yol vardır (tekrara izin verilmesi koşuluyla). Fakat 3655 yolla seçilen bu
günlerin çakışmaması, ancak şu şekilde mümkündür: (365x364x363x362x361). Bu son
çarpımı (365x364x363x362x361)’i 3655 ‘e bölersek, rastgele seçilen 5 kişiden
hiçbirinin doğum günleri aynı olmayacaktır. Şimdi bu olasılığı 1’den (ya da eğer
yüzde hesabı yapıyorsak % 100’den) çıkardığımızda, 5 kişiden en az ikisinin
doğum günlerinin aynı olduğu, tamamlayıcı olasılığı elde ederiz. 5 yerine 23
kullanarak yapacağımız benzeri bir hesap, 1/2 ya da % 50 sonucunu verir. O
halde, 23 kişiden en az ikisinin ortak doğum gününe sahip olma olasılığı
sözkonusudur.
Birkaç yıl önce bir televizyon şovundaki konuklardan biri bunu açıklamaya
çalışmıştı. Sunucu ona inanmadı. Stüdyoda 120 izleyici bulunduğunu söyleyerek,
kaç kişinin doğum gününün kendisiyle aynı olduğunu sordu. (onunki 19 Mart’tı.)
Stüdyoda onunla aynı doğum gün doğmuş kimse yoktu. Bunun nedeni, herhangi bir
ortak doğum gününün bulunmasının % 50 kesinlik kazanması için gerçekten de en
az 23 kişi bulunması gerektiği, fakat bu durumun, belli bir doğum günü, örneğin
19 Mart için geçerli olmadığıydı. 19 Mart gibi belli bir günün, gruptan birinin
doğum günü olduğundan % 50 emin olmak için, daha büyük bir grup, tam sayı
vermek gerekirse 253 kişi gerekir. Bunun ispatı ise şöyledir:
Gruptan birinin 19 Mart’ta doğmamış olma olasılığı 364/365 olduğuna ve doğum
günleri birbirinden bağımsız olduğuna göre, iki kişinin doğum günlerinin 19
Mart olmama olasılığı (364/365)x(364/365) ‘tir. Yani N kişinin 19 Mart’ta
doğmamış olma olasılığı (364/365)N ‘dir. N=253 olduğunda, bu sonuç yaklaşık
1/2’ye eşit olur. Büylece 253 kişiden en az birinin 19 Mart’ta doğmuş olma
tamamlayıcı olsaılığı da 1/2 ya da % 50 ‘dir.
Bundan çıkarılacak sonuç, gerçekleşme olasılığı düşük bir olayın olasılığının,
belirli bir olayın gerçekleşme olasılığından çok daha yüksek olduğudur.
Matematik yazarı Martin Gardner, genel olaylarla belirli olaylar arasındaki
farkı, üstünde alfabenin yirmialtı harfinin bulunduğu bir çarka benzeterek
açıklar. Çark yüz kez döndürülüp, çıkan harfler kaydedilirse, “KEDİ” ya da
“SICAK” sözcüklerinin ortaya çıkma olasılığı çok düşükken, herhangi bir
sözcüğün ortaya çıkma olasılığı yüksektir.
Sonuçtaki paradoks, düşük olasılığa sahip olayların gerçekleşmeme olasılığının
çok düşük olmasıdır. Öngörülen olayı kesin olarak belirlememeniz halinde, bu
genel olayın gerçekleşmesi için sayısız yol vardır. Çok ender gerçekleşen
öngörüler sadece belirli olanlardır.
Kaynak : "Herkes İçin Matematik" - John Allen Paulos
BEYAZ SARAY'IN
PARABOLİK BİÇİMLİ TAVANI
Çağımızın Yüksek teknoloji dünyasına bakıldığında XIX.yy.’da tasarlanan
BEYAZ SARAY’da elektronik olmayan gizli bir dinleme düzeninin bulunması tuhaf
gelebilir. BEYAZ SARAY’ın Heykelli Salonu’nda 1857’de Temsilciler Meclisi
toplanmıştır. Temsilciler Meclisi üyesi olan John Quincy Adams, Bu salonun
akustik özelliğini keşfetmiştir. Adams, belirli noktalardan salonun Öbür
ucundaki konuşmaların duyulabileceğini, arkadaki insanların hiçbir şey
duymadığını ve onların gürültüsünün salonun öbür ucundan duyulabilen sesi
engellemediğini fark etmiştir. Adams’ın masası parabol biçimlii tavanın tam
odağındaydı. Böylece meclis üyelerinin özel konuşmalarını gizlice
dinliyebiliyordu.
Parabol biçimli yansıtıcılarda; ses yansıtıcıya çarparak, geri döner ve karşı
yöndeki parabol biçimli yansıtıcıya doğru yönelir. İlk geldiği yola paralel bir
yol izleyerek, yansıtıcının odağına çarpar. California San Francisco'daki The
Exploratorium adlı yapıda herkesin kullanımına açık parabol biçimli ses
yansıtıcıları vardır.
Bunu ışık için de söyleyebiliriz. Asal eksene paralel gelen ışınlar, küresel
aynaya çarptıktan sonra odaktan geçer.
Bu da ses ile ışık arasındaki önemli bir benzerliktir.
Ayrıca evrende; fışkıran suyun çizdiği yay ile el fenerinin düz bir yüzeye
düşen ışık demetinin şekli parabolik şekillerdir.
BİR MATEMATİK PROBLEMİNİN UYGULANABİLİRLİĞİ ŞART MI?
Bu bildiride, matematik problemlerinin uygulanabilir olması koşulu üzerine, bazı bilim adamlarının da bu konuda düşünceleri dikkate alınarak, bir değerlendirme yapılıyor. Matematik problemlerinin önüne sert uygulanabilirlik koşulunun konulmasının matematiğin gelişmesini engelleyici bir unsur olabileceği vurgulanıyor.
Seminerlerde ve
sempozyumlarda bir matematik problemi üzerine bildiri sunan konuşmacıya sorulan
en yaygın sorulardan biri şu sorudur: İncelediğiniz problemin bir uygulaması
varmıdır?
Bu soruyu cevaplandırmak, özellikle de genç araştırmacı konuşmacılar için, her
zaman kolay olmuyor. Ele alınmış problemin matematiğin diğer problemleri
arasındakı yerini ve bu problemlerle ilişkisini iyi bilmek gerekiyor. Sorunun
zorluğunun bir kaynağı da her matematik probleminin kolay-kolay uygulamasının
bulunmamasıdır.
Yukarıdakı soru cevaplandırılmaya çalışılırken şu husus dikkate alınabilir ki,
bir matematik probleminin uygulaması derken, uygulama kavramına daha geniş
anlam vererek, bu problemin çözümlenmesinden elde edilen sonuçların bu
problemin dışındakı herhangi bir yerde kullanılması düşünülebilir. Kullanıldığı
yere bağlı olarak değişik uygulamalar söz konusu olabilir.
1. Bir matematik probleminin en iyi uygulaması bu problemin çözümlenmesinden
elde edilen sonuçların pratikde (günlük yaşamda) ve teknikde (üretimde)
kullanılmasıdır. Eğer bir matematik problemi pratikdeki bir olayın matematiksel
modeli olarak ortaya çıkmış ise, bu problemin uygulaması varmı sorusuna bu
problem şu olayın matematiksel modelidir deyerek kolayca cevap verebiliriz.
2. Eğer bir matematik probleminin pratik uygulaması yok ise (veya
bilinmiyorsa), bu problemin matematiğin dışındakı bir bilim dalında, örneğin,
fizikde, astronomide, biyolojide vb. kullanılması aranabilir.
3. Eğer problemin matematiğin dışındakı hiçbir bilim dalında uygulaması yok ise
(veya bilinmiyorsa), bu problemin ait olduğu matematik alanının dışındakı başka
matematik alanlarında kullanılması, örneğin, problem sayılar teorisinin
problemi ise onun fonksiyonlar teorisinde veya diferensiyel denklemler
teorisinde kullanılması aranabilir.
4. Son olarak, bir matematik probleminin çözümlenmesinden elde edilen
sonuçların bu problemin ait olduğu matematik alanının kendi içinde uygulaması
aranabilir. Örneğin, problem sayılar teorisinin problemi ise onun
çözümlenmesinden elde edilen sonuçların sayılar teorisinin başka bir problemi
için kullanılması aranabilir.
Rus matematikçi A. N. Kolmogorov (1903-1987) kendisinin [2, s.15] kitabında
yazıyor: “Kuşkusuz, matematikçilerin görevi pratiğin ısrarla ortaya koyduğu tüm
problemlerle uğraşmaktır. Eğer hemen uygulaması olmasa bile herhangi problem
güzel ve doğal ise, tabii, onunla da uğraşmak lazım”.
Çağdaş matematiğin türeyip yarandığı matematik dalları Öklid geometrisi ve
sayılar teorisi olmuştur. Geometrinin ve sayılar teorisinin bazı problemleri
ilk başta pratik ihtiyaçlardan ortaya çıksada bu problemlerin incelenmesi ve
çözülmesi matematiğin mantıksal muhakeme kurallarına dayanarak gelişmiştir.
Böylece, matematiğin pratikden ve herhangi dış etkenlerden bağımsız olarak
gelişme ve genişleme özelliği vardır.
Sayılar teorisinin bir çok ünlü problemleri pratikde ve teknikde uygulamaya
sahip değildir. Fakat matematikçilerin bu problemelri çözme çalışmaları
sonucunda matematiğin bir çok büyük teorileri ve güçlü yöntemleri ortaya
çıkmıştır. Bu zaman ortaya çıkmış teorilerin ve yöntemlerin bir kısmı sonradan
pratikde ve bilimin (matematik de dahil) diğer alanlarında önemli uygulamalar
bulmuştur.
Alman matematikçi K. F. Gauss (1777-1855) demiştir: “Bütün ilimlerin anahtarı
matematikdir, matematiğin anahtarı ise sayılar teorisidir”.
Örnek olarak, sayılar teorisinin iki ünlü problemine değinelim.
Pozitif tam sayılar içinde asal sayıların dağılımını ifade eden asal sayma
fonksiyonunun asimptotunu incelerken Alman matematikçi B. Riemann (1826-1866)
tarafından tanımlanmış ve sonraları Riemann zeta-fonksiyonu adını almış
fonksiyonu kullanılır. fonksiyonunun tüm kompleks düzleme analitik devamı
yapılabilir. Bu fonksiyonunun sıfırları noktalarında (bunlara trivial sıfırlar
denir) ve bandı içinde sonsuz tane noktalarda (bunlara trivial olmayan sıfırlar
denir) bulunur. Riemann’ın ünlü tahminine göre (Riemann conjecture)
fonksiyonunun tüm trivial olmayan sıfırları doğrusu içinde bulunur. Riemann
tahmini doğru olduğu takdirde asal sayma fonksiyonunun asimptotu için en iyi
sonuç ispatlanabilir. [3] de Riemann tahmininin doğru olması koşulu altında bir
takım teoremler verilmiştir. Dolayısıyla da Riemann probleminin, en az sayılar
teorisi içinde, önemli uygulamaları vardır.
Öte yandan sayılar teorisinde Fransız matematikçi P. Fermat (1601-1665)
tarafından ortaya konulmuş şu problem de biliniyor: iken denklemini sağlayan ve
her üçü sıfırdan farklı tam sayıları yok. Çok sayıda matematikçilerin ısrarlı
çabalarına rağmen bu hüküm uzun yıllar ispatlanamamıştı. Yalnızca son
zamanlarda bu hükmün doğruluğu ispatlanmış sayılmaktadır. Fermat probleminin,
bırakın matematiğin dışındakı alanları, sayılar teorisinin içinde bile bir uygulaması
bilinmemektedir. Buna rağmen Fermat problemini çözme çabaları sonucunda
matematiğin yeni teorileri ve çok güçlü yöntemleri ortaya çıkmıştır.
İngiliz matematikçi G. H. Hardy (1877-1947) kendisinin [1, s.67] kitabında
yazıyor: “En iyi matematiğin büyük bölümü yararsızdır. Matematiğin çok küçük
bölümü pratik yarar sağlar; o küçük bölüm de oldukça sıkıcıdır”.
Matematiğin tarihinden biliniyorki ilk başta kendisinin pratik uygulaması
bilinmeyen problem sonradan beklenmedik bir şekilde pratik uygulaması olan
başka problemlerin çözümlenmesinde kullanılmışdır. Örneğin, kompleks katsayılı
veya katsayıları spektral parametreyi polinom ve kesirli fonksiyon olarak
içeren adi diferensiyel denklemler için saçılma teorisinin ters problemleri
(inverse scattering problems) ilk başta sadece matematiksel genelleştirmeler
olarak ele alınıp incelenmişti. Sonraları bu problemler çok önemli uygulamalara
sahip Korteweg-de Vries tipi lineer olmayan evolüsyon denklemlerin
çözümlenmesinde bir araç olarak kullanıldı.
Genelde, matematiksel açıdan doğru ve tutarlı olan herbir problem tez veya geç
uygulamalar buluyor. Bunun nedeni bizi kapsayan varlığın, içinde her problemin
bir uygulaması bulunacak kadar zenginliği ve sonsuzluğu olasa gerek.
Üniversite matematik bölümlerinden mezunların iş bulabilmeleri ve çalışırken
yararlanabilmeleri için matematik lisans ve yüksek lisans derslerinin pratikde
uygulanan kısımlarına ağırlık verilmesi her ne kadar gerekli olsa da, doktora
programında verilen derslerde ve doktora tez konularının seçiminde
uygulanabilirlik özelliğinin şart olarak aranması iyi matematikçilerin ve iyi
matematiğin ortaya çıkmasına çok ciddi engel oluşturabilir.
Sibernetik biliminin yaratıcısı ve matematikte bir takım keşifleri ile ünlü
Amerikan matematikçi Norbert Wiener (1895 - 1964) kendisinin [4, s.5 ve s.343]
kitabında yazıyor: “Bana, beni ilgilendiren her şeyi çalışma ve hakkında
serbestçe düşünme olanağı veren Massachusetts Teknoloji Enstitüsüne çok
borçluyum. Ben çok mesudum, özellikle de ona göre ki, benim çalışdiğim idarede
yönetimin yukarıdan emir verdiği ve istediği problemler üzerinde çalışmak
zorunda kalmadım”.
Böylece, başlıkta sorulan “Bir matematik probleminin uygulanabilirliği şart
mı?” sorusuna ”Hayır, şart değildir” cevabının doğru olduğu anlaşılmaktadır.
Prof. Dr. Hüseyin HÜSEYİNOV
Atılım Üniversitesi,
Matematik Bölümü
06836 İncek, Ankara
E-mail: guseinov@atilim.edu.tr
Kaynaklar
G. H. Hardy, Bir Matematikçinin Savunması (A Mathematician’s Apology), TÜBİTAK, 1994. (Türkçe çevirisi).
A. N. Kolmogorov, Matematika - Nauka i Professiya (Matematik İlimdir ve Meslektir), Nauka, Moskva, 1998. (Rusça).
E. C Titchmash, The Zeta Function of Riemann, Cambridge Univ. Press, 1930.
N. Wiener, Ya-Matematik (I Am a Matehematician), Nauka, Moskva, 1997. (Rusça çevirisi).
Deprem matematiği üzerinde çalışan
jeofizikçiler, deprem tahmini konusunda yanlış varsayımlarda bulunulduğunu
söylüyor. Kendi sonuçlarına göre büyük bir depremin bir yerleşimi vurma fırsatı
her zaman söylenegeldiği gibi artacağına, azalıyor.
Bir çok jeofizikçi bir depremin zamanını ve yerini tam olarak tahmin etmekten
vazgeçmişlerse de, belli bir zaman içinde bir yerde deprem olup olmayacağı hala
araştırılıyor. Varsayım, bir yerde olan son büyük depremden bu yana uzun zaman
geçtiyse, yeni bir depremin daha kısa bir süre içinde olacağı doğrultusunda.
Aslında mantık çok açık: Depremler oluşur, çünkü dünyanın tentonik plakalarının
yavaşça sıkışması kayalar üzerinde gerilme yaratır; kayalar kırılana dek.
Böylece, büyük bir deprem olasılığının zamanla nasıl "geliştiğinin"
anlaşılması amacıyla yapılan sismik kayıtların analizi, gelecek bir depremin
kabaca tahminini mümkün kılar.
California Üniversitesi'nden Lean Knopoff ve Didier Sornette yeni
çalışmalarında bu yaklaşımla ilgili ciddi kuşkuların bulunduğunu dile
getiriyor. Çalışmalarına göre, yeni depremin oluşma şansı zaman içinde artmak
yerine aynı kalıyor, hatta azalıyor. Araştırmaları, gelecekteki bir olayın
olasılığının geçmişteki olaylardan nasıl etkilendiğini gösteren Bayes'in kuramına
dayanıyor. Sornett'e göre, bir sonraki olayın zamanının tahminini, olaylar
arasındaki sürede görülen dalgalanmalar hakkında ne bilindiğine bağlı. Bu
dalgalanmaların doğası ise depremler arasındaki zaman aralığı olasılığın
yoğunluğuna bağlı.
Bazı bölgelerde periyodik sayılabilecek bir düzen içinde küçük depremler
oluşur. Bu durumda, zaman geçtikçe deprem olasılığının artmasına yol açan basit
bir olasılık yoğunluğu vardır. Ancak başka bölgelerdeyse, olasılık yoğunluğu
Poisson dağılımını takip ediyor. Sornetto ve Knopoff'a göre bu durumda zaman
içinde bir başka deprem olma olasılığı sabit kalıyor. Yani en son ne zaman
deprem olduğunun hiç bir önemi yok. Daha da garibi, daha başka olasılık
yoğunluklarının, uzun bir süre deprem olmazsa deprem oluşma ihtimalinin
azalacağını gösterdiğini bulmuşlar. Araştırmacılar bu yapının, birçok fayın
birbirini etkilediği bölgelere uygulanabileceğini düşünüyor.
Ancak Sornette ve Knopoff olasılık yoğunluklarının kolaylıkla yanlış
hesaplanabileceğini söylüyor. Örneklem için kullanılan zaman dilimine bağlı
olarak, sismik kayıtlar farklı farklı olasılık yoğunlukları verebilir.
Sornette'e göre sonuç, zaman aralıklarındaki dalgalanmalar hakkında yapılan
varsayımlara çok duyarlı. O'na göre jeofizikçiler, doğru olasılık yoğunluğunu
bulabilmek için geniş bir alan üzerinde olabildiğince çok depremin,
zamanlamasını ve merkezini incelemeliler.
Bilim ve Teknik Dergisi - Ekim 1997
www.newscientist.com/ns/970612/nquake.html
FIBONACCI (LEONARDO FIBONACCI) VE FIBONACCI DİZİSİ
KİM BU FIBONACCI?
Pisalı Leonardo Fibonacci Rönesans öncesi Avrupa'nın en önde gelen Matematikçisidir. Fibonacci için, "Matematik'i Araplar'dan alıp, Avrupa'ya aktaran kişi" denilebilir.
Fibonacci'nin yaşamı hakkında matematik yazıları dışında pek az şey biliniyor. İlk ve en iyi bilinen kitabı Liber Abaci'nin yazıldığı 1202 tarihine bakılırsa, 1170 dolayında doğmuş olabileceği sanılıyor. Bu yönde pek kanıt olmamakla birlikte İtalya'nın Pisa kentinde doğmuş olması olasılığı var. Fibonacci henüz çocuk yaştayken, Pisa'lı bir tüccar olan babası Guglielmo, Pisalı tüccarların yaşadığı Bugia adlı Kuzey Afrika limanına Konsül olarak atanır. (Bu liman, şimdiki Bejaya'dır ve Cezayir'dedir.) Babası burada oğluna hesap öğretmesi için bir Arap hoca tutar. Fibonacci daha sonra Liber Abaci'de hocasından "Dokuz Hint Rakamının Sanatını" öğrenirken duyduğu mutluluğu anlatacaktır.
Fibonacci'nin Liber Abaci adlı kitabının yayınlandığı yıllarda, Hindu-Arap sayıları, Avrupa'da Harzemli Muhammed Bin Musa'nın eserlerinin çevirilerini okuyabilmiş bir kaç "aydın" dışında bilinmiyordu. Fibonacci, kitabında bu rakamları anlatmaya şöyle başlar: "Dokuz Hint Rakamı 9 8 7 6 5 4 3 2 1 dir. Bu dokuz rakama "0" işaretinin de eklenmesiyle, her hangi bir sayı yazılabilir."
Liber Abaci, 13.yy. Avrupasında büyük ilgi görür, çok sayıda kopya edilir ve kilisenin yasaklamasına karşın Arap sayıları İtalyan tüccarlar arasında yayılır. Kitap Kutsal Roma İmparatoru II. Frderick'in dikkatini çeker. Frederick bilime düşkün bir imparatordur. Bilim adamlarını korur. Bu nedenle kendisine Stupor Mudi (Dünya Harikası) denilmektedir. 1220 yılında Fibonacci huzura çağrılır. Frderick'in bilim adamlarından biri tarafından sınava çekilir. Sonunda Fibonacci göze girer. Yıllarca hem imparatorla, hem de imparatorun dostlarıyla yazışır. 1225 yılında yazdığı Liber Quadratornum'u (Kare Sayıların Kitabı) imparatora ithaf eder. "Diyofantus Denklemleri"ne ayrılan bu kitap Fibonacci'nin baş yapıtıdır. Her ne kadar Liber Abaci'ye çok daha dar bir çevrenin ilgisini çekerse de kitap sayılar kuramına büyük katkı getirir.
1228'de Fibonacci, Liber Abaci'yi yeniden gözden geçirir ve kitabın bu ikinci yazılımını imparatorun baş bilimcisi Michael Socott'a ithaf eder. Bu tarihten 1240 yılına kadar Fibonacci hakkında hiç bir şey bilinmiyor. 1240'ta Pisa kenti kendisine kente yaptığı hizmetlerden dolayı "20 Pisa Lirası" yıllık bağlar. Bundan sonra Matematikçimiz ne kadar yaşadı, o da bilinmiyor.
Leonardo Fibonacci, Arap Matematik'ini kullanışlı Hindu-Arap sayılarını Batı'ya tanıtmakla çok büyük bir katkıda bulundu. Ancak ilginçtir, çağımız matematikçileri Fibonacci'nin adını. daha çok, Liber Abaci'de yer alan bir problemde ortaya çıkan bir sayı dizisi nedeniyle bilirler. Dolayısıyla Fibonacci'yi anlatan bir yazıda "Fibonacci Sayıları"ndan ya da "Fibonacci Dizisi"nden söz etmemek olmaz.Bu nedenle biz de bu bölümün geri kalan kesimini bu diziye ayıracağız...
PEKİ YA NEDİR BU FIBONACCI DİZİSİ?
Liber Abaci'de yer alan problemin metni aşağı yukarı şöyle;
"Adamın biri, dört bir yanı duvarla çevrili yere bir çift tavşan koymuş. Her çift tavşanın bir ay içinde yeni bir çift tavşan peydahladığı, her yeni çiftin de erginleşmesi için bir ay gerektiği ve tavşanların ölmediği var sayılırsa, 100 ay sonunda dört duvarın arasında kaç çift tavşan olur?"
Knuth dostumuza göre, Fibonacci bu problemi kitabına biyoloji biliminde bir uygulama olsun diye ya da nüfus patlaması sorununa bir çözüm getirsin diye koymamış (Ben de aynı kanıdayım...). Toplama alıştırması olarak düşünmüş bunu, besbelli. Her neyse biraz düşününce tavşan çiftlerinin aylara göre şöyle çoğalacağı ortaya çıkıyor:
1,1,2,3,5,8,13,21,34,55,89,...
Yani her ay sonundaki tavşan çifti sayısı o aydan hemen önceki iki aydaki sayıların toplamına eşit.
Neyse her halde sorumuzun cevabını merak ediyorsunuz... Alın size cevap... Bakın bakalım, kaç tavşan oluşurmuş 100 ayda???
CEVAP --->>> 354.224.848.179.261.915.075 TANE TAVŞAN OLUŞUR....
FIBONACCI DİZİSİ (BİRAZ DAHA CEBİRSEL)
*** Fibonacci Dizisi'nin özelliği şu; Fibonacci Dizisindeki bir terim kendinden önceki iki terimin toplamına eşittir.
FIBONACCI DİZİSİ'ni yazalım...
................1,1,2,3,5,8,13,21,34,55,89,144.............
Görüldüğü gibi bir terim kendinden önceki iki terimin toplamına eşittir. Mesela;
1+1=2 2+3=5 3+5=8 5+8=13 8+13=21 13+21=34 ......... 89+144=233 gibi.
FIBONACCI DİZİSİNİN GÖRÜLDÜĞÜ VE KULLANILDIĞI YERLER:
1) Ayçiçeği: Ayçiçeği'nin merkezinden dışarıya doğru sağdan sola ve soldan sağa doğru taneler sayıldığında çıkan sayılar Fibonacci Dizisinin ardışık terimleridir.
2) Papatya Çiçeği: Papatya Çiçeğinde de ayçiçeğinde olduğu gibi bir Fibonacci Dizisi mevcuttur.
3) Fibonacci Dizisinin Fark Dizisi: Fibonacci Dizisindeki ardışık terimlerin farkıyla oluşan dizi de Fibonacci Dizisidir.
4) Ömer Hayyam veya Pascal veya Binom Üçgeni: Ömer Hayyam üçgenindeki tüm katsayılar veya terimler yazılıp çapraz toplamları alındığında Fibonacci Dizisi ortaya çıkar.
5) Tavşan: Zaten sorumuz tavşanla alakalı...
6) Çam Kozalağı: Çam kozalağındaki taneler kozalağın altındaki sabit bir noktadan kozalağın tepesindeki başka bir sabit noktaya doğru spiraller (eğriler) oluşturarak çıkarlar. İşte bu taneler soldan sağa ve sağdan sola sayıldığında çıkan sayılar, Fibonacci Dizisi'nin ardışık terimleridir.
7) Tütün Bitkisi: Tütün Bitkisinin yapraklarının dizilişinde bir Fibonacci Dizisi söz konusudur; yani yaprakların diziliminde bu dizi mevcuttur. Bundan dolayı tütün bitkisi Güneş'ten en iyi şekilde güneş ışığı ve havadan en iyi şekilde Karbondioksit alarak Fotosentez'i mükemmel bir şekilde gerçekleştirir.
8) Eğrelti Otu: Tütün Bitkisindeki aynı özellik Eğrelti Otu'nda da vardır.
9) MİMAR SİNAN: Mimar Sinan'ın da bir çok eserinde Fibonacci Dizisi görülmektedir. Mesela Süleymaniye ve Selimiye Camileri'nin minarelerinde bu dizi mevcuttur
FİBONACCİ SAYILARI OLAN;
1, 1, 2, 3, 5, 8, 13, 21, 34, 55, 89, 144, 233, 377, 610, 987, 1597, ...
SAYILARINDAN ARDIŞIK OLAN İKİ SAYININ ORANI ALTIN ORANI VERİR.
BU DA FİBONACCİ SAYILARIYLA ALTIN ORANIN İLİŞKİSİNİ GÖSTERİR.
Örnek:
1597:987 = 1,6180344...
BU İFADE SONSUZDA ALTIN ORANI VERİR
11 EYLÜL SALDIRISININ MATEMATİĞİ
Amerikalının biri 11 Eylül günü ülkeyi şoka uğratan
terörist saldırının failini matematik çözümleme
yoluyla saptamaya çalışmış. Aşağıdaki sonuçlara
varmış. Böyle fallara inanmasak da, ilginç bulduğumuz
için, aktaralım...
Saldırı tarihi: 9'uncu ayın 11'inci günü... 9 + 1 + 1 = 11
11 Eylül yılın 254'üncü günü: 2 + 5 + 4 = 11
11 Eylül'den sonra yıl sonuna 111 gün kalıyor...
İran ve Irak'ın bölge kodu 119'dur: 1 + 1 + 9 = 11
İkiz kuleler yan yana 11 rakamı gibi durmaktadır...
Kuleye vuran ilk uçağın uçuş numarası 11 idi...
New York, Birleşik Devletler'e eklenen 11'inci eyalet
idi...
New York City adında 11 harf vardır.
The Pentagon: 11 harfli...
Afghanistan: 11 harfli...
Matematik
İlginç Sorular:
1. 20 haneli herhangi bir sayinin 64. dereceden kökünü kafanizdan 2 dakikada
hesaplayabilir misiniz?
2. Eski çaglarda yasayan bir filozof daima gerçekleri söylediginden krali
kizdirmisti, kral filozafa ölüm cezasi verdi ve ölmeden önce filozofun zekasi
ile alay etmek için ona söyle dedi : "ölmeden önce son bir cümle söylemene
izin verecegim.Bu söyledgin cümle dogru çikarsa basin kesilcek , yalan çikarsa
asilacaksin". Filozof bir cümle söyledi ve her iki ölümden de kurtuldu. acaba
ne söyledi?
3. Bir adam esiyle bir deniz kiyisina gitti. adam denize düstü, fakat derhal
hiç islanmadan karaya çikti. Bu nasıl oldu?
4. Demochares, ömrünün dötte birini çocuk olarak, beste birini delikanli
olarak,üçte birini orta yasli ve 13 yilini da akli basinda olmadan geçirdi,
acaba kaç yasinda öldü?
5. Havuzda bulunan bir nilüfer yapragi öyle büyümektedir ki her gün bir evvelki
gün kapladigi alanin iki katini kaplamaktadir ve içinde bulundugu 25 m² lik bir
havuzun yüzünü 20 günde tam olarak örtmektedir. Ayni sartlarda büyüyen 2.bir
nilüferle birlikte baslamis olsalar bu havuzun yüzünü kaç günde kapatirlar?
6. 4 rakamli öyle bir sayi bulun ki çarptiginiz zaman tersi olsun?
7. Asagidaki 4 sorunla karsi karsiyasiniz , tanik için ne düsünürsünüz? 1.
Suçlu ya otomobille geldi, ya da tanik yaniliyor 2. Sçlunun, suç ortagi varsa,
otomobille gelmis olmasi gerekir. 3.Suçlunun suç ortagi yoksa, silahi yoktur ,
su çortagi varsa silahi da vardir. 4. Suçlunun silahi oldugu kesin.
8. Asagida bir seri önerme veriliyor. 1.Asagidaki önerme yanlistir. 2.Asagidaki
önerme dogrudur. 3.Asagidaki önerme yanlistir. 4.Asagidaki önerme dogrudur.
5.Birinci önerme yanlistir. vardiginiz sonuç nedir? 1. önerme dogru mu
yanlismi?
9. Bir kasif bir mil güneye gider, sonra doguya döner ve 1 mil ilerler , sonra
da kuzeye dönüp 1 mil yol alir. bakar ki yola basladigi noktaya dönmüsür, bir
ayiya ates eder , ayinin rengi nedir?
10. Bir sultan vezirini çagirtip ona söyle dedi : "Bir torpada iki kagit
var , birinin üzerinde "ölüm" , digerinde ise "hayat"
yaziyor. kura çekeceksin, ölüm çikarsa öldürülecek , hayat çikarsa
kalacaksin." vezire daha önce Sultan 'in her iki kagida da ölüm yazdirdigi
söylenmisti. siz olsaniz bu durmda ne yapardiniz?
11. 0 dan 9 a kadar olan 10 sayidan öyle iki kesir yapiniz ki ksierlerin
toplami 1 olsun.
12. Herhangi 2 haneli sayiyi alip önce 20 ile çarpin, sonra da çarpima sayinin
kendisini ekleyin. örnegin 13 için 373 çikar. Simdi bu toplami 481 ile çarpin.
13 için bu 131313 tür. Alinan her ab iki haneli sayisi için bu ababab seklinde
çikar. Acaba neden?
13. uzadikça kisalan sey nedir?
14. çarpanlarinin toplamina esit olan 2 sayi bulunuz. ( bunlara ideal sayi
denir )
15. Bir asansörün içindesiniz. asansörün halati kopuyor ve asansör olanca
hiziyla serbest düsmeye basliyor. Asansör dibe çakildigi anda bütün
gücünüzlehavaya ziplasaniz yaralanmadan veya ölümden kurtulabilir misiniz?
16. Bir gazeteden düsmüs bir parça görüyorsunuz. soldaki sayfanin numarasi 10 ,
sagdaki 27. bu gazete kaç sayfa idi?
17. Bir topolojist 7 simit satin aldi ve 3 ü hariç hepsini yedi. Geriye kaç
tane kaldi?
18. Bir insanin saçlarinda 30.000 kil olabiliyorrsa, 35.000 kilisil bir
kasabada , en az 2 kisinin saçinda ayni sayida kil oldugunu ispatlayin.
19. Bir kurbaga 30 m 'lik bir kuyuya düstü. her gün 3 m turmaniyor ve o gece 2
metre asagi kayiyor. Kurbaga kaç günde kuyudan çikar? ( 30 degil )
20. Elinizde 3 litrelik ve 5 litrelik iki kapla suya gidiyorsunuz. Tam tamina 4
litre su almaniz gerek. Bunu nasil yaparsiniz?
21.Tek sayida tek sayilaarla çift sayida çift sayilarin toplami, tek sayida
çift sayilarla çift sayida tek sayilarin toplamina esit olabilir mi?
22. 3 ayaklı masa,sepha...vb.üç ayağının herbiri farklı uzunlukta bile olsa
devrilmeden durur.NEDEN?
23. Bakkalın iki kefeli bir terazisi ve 4 adet farklı ağırlığı var.Bunlara 1
kilodan 40 kiloya kadar herşeyi tartabiliyor.Bakkalın elindeki 4 farklı ağırlık
nelerdir?
24.1101013 sayısından bir kadın resmi yapabilirmisiniz?
25. Sembolik mantıkta şöyle bir formül vardır:2BV ~2B=?
Buna karşılık gelen ünlü bir ebedi yapıtın ünlü bir cümlesini söyler misiniz?
26. Bir ağaç ilk yıl boyunun 1/2 si sonraki yılboyunun 1/3 ü,sonraki yıl son
boyunun 1/4ü şeklinde uzuyor.
Kaç yıl sonra ağacın ilk boyunun 4 katı olur?
27. Sokaktaki kanalizasyon kapakları neden kare değilde yuvarlaktır?
28.Gangsterlerin çogunun gerizekali oldugu bilinir. bir ganster patronunun
kapisinda söyle bir kagit yazip birakmisti: "Patron, merak etme, seni evde
bulamadim ama eve girip çiktigimi kimse görmedi". Bu yazida ki
mantiksizlik nedir?
Matematikçiler
Derneği, “Mayıs 2001 Matematik Etkinlikleri” için çağrılı bir konuşma yapmamı
istedi. Genelde, çağrılı konuşmalar “protokol” ‘a hitap eder. Konuşmacı, özel
bir konuya girerse, o konuyla ilgisi olmayan dinleyicileri sıkar. Bundan
çekinerek, açılışa gelecek kişilerin çoğunluğunu yormayacak bir konu seçmeyi
düşündüm. Aklıma gelenler arasında, “matematiğin gelişimi ile bilimin ve
uygarlıkların gelişimi arasındaki sıkı ilişki” önceliği almıştı. Bu zor işi
hakkıyla yapabilir miydim, bilmiyorum... Ama düşünmeye ve konuşmanın
kurgusunu yapmaya başlamıştım bile. Çin, mezopotamya, Nil ve Grek uygarlıklarını
tarayarak modern zamanlara yaklaşıyordum. Newton’a gelince duraladım. Orta
öğretim fizik derslerinde yerçekimi konusu çok güzel işlenir. Düşey, eğik ve
yatay doğrultudaki hareket problemlerini “yer çekimini” hesaba katarak
zarafetle çözdüğümüzü anımsıyorum. Ama yer çekimini yaratan nedeni ders
kitapları söylemiyordu, biz de merak edip sormuyorduk. Biraz düşününce, bu
gün bile yer çekiminin nedenini bilmediğimi gördüm. Elbette, biraz bilimsel
magazin haberlerini okuyan herkes, gravitasyon konusunun fizikte esaslı bir
problem olarak incelendiğini ve açıklamalar getirildiğini bilir. Ama, bu tür
magazin haberiyle dinleyicilerin karşısına çıkmaya çekindim. Biraz tembellik
ederek, konuyu bir fizikçi arkadaşıma sorup öğrenmeye karar verdim. Bu
konuşmanın konusu, bu kararın beni karşılaştırdığı ilginç bir olayla başlayan
bir düşünme sürecidir.
Felsefe, çaresizliğini ilân eder: “Estetiği bilime
dönüştürme girişimlerine karşın o hala spekülâtif felsefenin bir koludur.
Felsefenin bütün kolları içinde belki de en az etkili ve en az hareketli
olanı odur.” Bununla da
yetinmez, felsefe aczini itiraf eder: Gödel’in sonuçları ortaya atılmadan önce, Bertrand Russell, bütün matematiğin tutarlı olduğunu; yani çelişki içermediğini kanıtlamak için çok uğraşmıştı. David Hilbert ise, aritmetiğin tutarlı ve her problemin çözülebilir olduğuna inanıyor ve ispat etmeye uğraşıyordu. Dolayısıyla Tutarsızlık İlkesi’nin ortaya çıkışının, onlarla birlikte bir çok matematikçiyi hayal kırıklığına uğrattığı bir gerçektir. Ancak, bilmemiz gereken başka bir gerçek de şudur: Bir matematiksel sistemde, belitlerden (axiom) hareket edilerek mantık kurallarıyla elde edilen bütün teoremler doğrudur. Russell’in 1902’de “The Study of Mathematics” adlı eserinde yazdığı gibi, var olan herhangi bir matematiksel sonuç, geriye doğru izlenerek, en başta kabul edilen belitlerden çıkarılabilir. Gödel’in kararsızlık ilkesi, ispatı var olan teoremleri inkâr etmemizi gerektirmez. Öte yandan, bir kadının "Ben güzelim" demesi gerçeği ne kadar yansıtırsa, bir belitsel sistemin "Ben tutarlıyım" demesi de gerçeği o kadar yansıtır. Söz konusu kadının güzel olduğuna kendisi değil, başkası karar vermelidir. Ama o başkası, evrensel estetik değerlere sahip olmayabilir. Dolayısıyla, onun kararının doğruluğuna gene bir başkası karar vermelidir. O bir başkasının kararının doğruluğuna, gene bir başkası karar vermelidir. Bu adımlar sonsuza dek yineleneceğinden bitirilemez. Demek ki söz konusu kadının güzel olduğuna karar verilemez. Benzer usa vurmayla, bir estetik teorinin tutarlılığına (doğruluğuna) da karar verilemeyeceği ortaya çıkar. Bir estetik teorinin tutarlılığına o sistemin kendisi değil, bir başka sistem karar vermelidir. O başka sistemin kararının doğruluğuna, gene bir başka sistem karar vermelidir. Bu süreç sonsuza dek uzayacağı için, bir estetik teorinin tutarlılığına asla karar verilemez. Gödel’in
kararsızlık ilkesi, ispatı var olan teoremleri inkâr etmemizi gerektirmez. O
ilke, sistemin bütünü içindir. Bir benzetme yapmak gerekirse, evrenin
yapısını bilmiyoruz diye dünya hakkında bildiklerimizden vazgeçemeyiz. Dikkatle bakınca,
bu ifadelerden biri ötekini gerektiriyor; kısır döngüye girilmiştir. Başka
sözlüklerin ve ansiklopedilerin sanat için verdikleri tanımlar da bundan
farklı değildir. Öte yandan, matematiksel varlıkların estetik olup
olmadıklarını söyleyebilmek için, estetiğin tanımına uyup uymadıklarına
bakmak gerekir. Ama, öyle görünüyor ki, ne felsefe ne de sanat, estetiği iyi
tanımlamıştır. Burada iyi tanımlı olmak, matematiksel bir deyimdir ve çok
önem taşır. Bir kümenin iyi tanımlı olması demek, o kümenin bütün öğelerinin
eksiksiz belirlenmesi ama o kümeye hiç bir yabancı öğenin karışamaması
demektir. Bunu çok özlü anlatan Osmanlıca bir deyim vardır. İyi tanım,
“efradını cami, ayarını mani” olan tanımdır. Matematiksel
Varlıklar Keşfediliyor mu? Yaratılıyor mu? |
"Matematik eşittir hayat"
M.C.W.C.
"İnsanoğlunun
değeri bir kesirle ifade edilecek olursa; payı
gerçek kişiliğini gösterir, paydası da kendisini ne zannettigini,
payda büyüdükçe kesrin değeri küçülür."
TOLSTOY
"Başka herşey de oldugu gibi matemetiksel bir teori için de öyledir;
güzellik algılanabilir fakat açıklanamaz."
Cayley, Arthur
"Gerçeği aramak onu elde etmekten daha kıymetlidir."
Einstein, Albert (1879-1955)
"Hayat sadece iki şey için güzel;matematiği keşfetme ve öğretme"
Simeon Poisson
Sık sık "matematik, teoremleri isbatlamaktan ibarettir" sözünü
işitiriz.
Bir yazarın temel işi cümle yazmak degil midir?
Rota, Gian-Carlo
"Aptalların sorup akılı insanların cevap veremediği pek çok soru
vardır."
Polya, George (1887, 1985)
"Mekanik matematiksel ilimlerin cennetidir, çünkü kişi onunla matematiğin
meyvelerine ulaşır."
"Akıllarımız sınırlı, fakat bu sınırlılığın şartları içersinde
sonsuz
olasılıklarla çevrilmişiz. İşte hayatın gayesi bu sonsuzluktan
kavrayabildiğimiz kadar çok şey kavramak."
Whitehead, Alfred North (1861
- 1947)
"Sen de biliyorsun ki biz hepimiz aynı sebepten dolayı matematikçi olduk;
tembeliz."
Rosenlicht, Max (1949)
MATEMATİKÇİLERİN 'GÜZEL' DÜNYASI
" Bir matematik
problemine dalıp gitmekten daha büyük mutluluk yoktur". Böyle diyor C.
Morley. Ünlü İngiliz matematikçisi G. H. Hardy ise "Bir Matematikçinin
Savunması" adlı kitabında daha popüler bir görüş öne sürüyor:
"Gazetelerdeki matematikle ilgili eğlence sütunlarının son derece ilgi
görüşü, matematiğin o büyük çekici gücüne güzel bir örnektir. Aslında
matematikten daha popüler, çok az şey vardır, insanların çoğu matematiğe belli
bir değer verir, ondan hoşlanır. Tıpkı hoş bir melodiyi dinlemeyi sevdikleri
gibi". Matematikten gelen o derin mutluluk, aklın dağlarına tırmanmayı
göze alanlara sunulan eşsiz bir ödüldür. Mantığın sarp yollarını aşıp da
doruklara varabilenler, orada büyüleyici bir manzarayla karşılaşırlar: Sislerin
arasından birdenbire çıkan pırlantalardan yapılmış bir tapınak. 2500 yıldır
yükselmekte olan ve son katı asla olmayacak matematik kulesidir bu.
Matematikte mutluluğu yaratan şey nedir? Önce şunu anımsayalım: Biz Homo
sapiens'iz. Anlamı, düşünen ve yine düşünen insan demektir. Zamanın
fırtınalarına rağmen hala ayakta kalabilmiş olan bizlerin akıl, mantık ve hayal
gücüdür. Matematik yapmanın ve matematiği anlamanın önemi de buradan geliyor
işte. İnsanın kendi 1400 gramlık beynine ve o beynin gizler dolu kıvrımlarına
olan hayranlığını gösteriyor (maymunsu ilk atalarımızın beyni 500 gr.'dı!) Bu
hayranlık, gurur ve sürprizle karışıktır: "Kimin aklına gelirdi bu? Ne
inanılmaz bir bağlantı! Ne incelikli bir kanıt! Ne süssüz, ne ölümsüz bir
çözüm!". Bakıyoruz, matematik tapmağının sütunlarına bazı dövizler
asılmış: "Mantık kaderden daha güçlü olunca, kendisi kader olur. Thomas
Mann". "Mantık bize geleceği gösteren kâhindir. Schopenhauer".
"Mantıksızlıklara mantığı anlatamazsınız. Fuller". "Kuvvetli bir
beyni olan, bir krallığa sahip gibidir. Seneca". "Mantığın en büyük
zaferi, bize mantığın kendisinden bile şüphe etmeyi öğreten analitik düşünme biçimidir.
Miguel de Unamuno".
Hayat bir bakıma anlamsız. Uzayın sonsuz karanlıklarında kısa bir süre parlayan
ve bir gün sönüp gidecek bir yıldız gibiyiz. Varoluşumuzu da, yokoluşumuzu da
doğa yasaları belirtiyor. İnsan kendisini hem her güce sahip, hem de bilinçsiz
ve kalpsiz doğanın bir oyuncağı gibi hissediyor. Biz, doğanın
"laboratuvarlarında fizik, kimya ve biyoloji yasalarına göre oluşmuş bir
molekül yığını mıyız? Belki; fakat akıl taşıyan, kendini ve evreni sorgulayan
bir molekül yığını. Pascal, insanın göl kenarındaki bir kamış kadar zayıf
olduğunu söylüyor; fakat hemen ekliyor: "...Ama düşünen bir kamış".
Yine Pascal insanın düşünmek için doğduğunu, düşünmenin onun hem bütün
soyluluğu hem de değeri olduğunu söylüyor. Descartes ise cogito ergo sum (düşünüyorum,
öyleyse varım) diyecek kadar düşünceyi yüceltiyor.
İnsanoğlu matematiği, insanlığını daha çok duyumsamak, beynine daha yakın olmak
için seçmiştir. Burada elbette atalarımızın hayatın günlük gereksinimleri için
başvurduğu çakıl sayma, parmak sayma vb. gibi pragmatik olgulardan söz
etmiyoruz. O bile bir aşamaydı; maymunlara ancak birkaç sayıyı tanımak
öğretilebiliyor; fakat ilk insanlar saymayı kendileri icat ettiler; kimse
onlara öğretmedi.
Matematik insanın basit gereksinimlerinden doğmuş olabilir; geometrinin
temelinde her yıl taşan Nil sularının altında kalan tarla sınırlarını yeniden
çizmek olabilir; fakat bütün bunlar insanlığın ve dolayısıyla matematiğin
çocukluğuna ait olaylardır. Daha başlangıçtan matematik soyut olduğunu
göstermiştir. Arşimet spirali, Zenon paradoksu (bir ok asla hedefine varamaz)
ve Apollonius konikleri (elips, parabol, hiperbol) hangi gereksinime
karşılıktı? insanlık Apollonius'tan yüzyıllar sonra Kepler'le gezegenlerin
Güneş çevresindeki yörüngesinin elips olduğunu ve daha sonra bazı
kuyrukluyıldız yörüngelerinin parabol olduğunu öğrendi. Matematiği günlük
gereksinimlere indirgemek onu çok hafife almak olur.
Matematik,Buluşlara Uygulanmak için Yapılmaz
Peki,
matematik niçin yapılır? Bunu Galileo'nin ağzından dinleyelim: "Felsefe
(bilim demek istiyor) gözlerimiz önünde açık duran 'evren' dediğimiz o görkemli
kitapta yazılıdır. Ancak yazıldığı dili ve alfabesini öğrenmeden bu kitabı
okuyamayız. Bu dil matematiktir; bu dil olmadan kitabın tek bir sözcüğünü
anlamaya olanak yoktur". Laplace'ın ölmeden önceki son sözleri şunlar
olmuş: "Bildiklerimiz çok değil, bilmediklerimiz çok fazla". Bütün
bunlardan şöyle bir anlam çıkıyor: Biz kendimizi ve doğa'yı çok az anlıyor ve
tanıyoruz. Aklımız olduğu için bir hayvan gibi yaşamıyor, hayatı ve doğayı
sorguluyoruz. Bu da bir doğa yasası; su yüksekten alçağa akacak, volkanlar
magma basıncı artınca püskürecek ve insan da aklı olduğu için düşünecektir.
Düşündüğü için her şeyi sorgulayacaktır. İşte bu sorgulamanın dili
matematiktir. Doğa insanın başına ölümsüz bir taç geçirmiştir; bu taç akıldır;
o tacın en parlak pırlantası da matematiktir.
Matematikçi, kendi beyin kıvrımlarının derinliklerinde daha önce bilinmeyen
topraklar bulan bir kâşiftir. Mutluluğu da yaptığı keşiftir. Matematikçinin ne
istediğini Newton şöyle belirtiyor: "Dünya beni hangi gözle görür, onu
bilemem. Fakat kendi gözümde ben, bilinmeyenlerin büyük okyanusu kıyısında
diğerlerinden daha düzgün ve daha renkli bir deniz kabuğu arayarak eğlenen bir
çocuğum". Diferansiyel hesabı ve entegrali bulan, evrenin kütle çekim
yasalarını keşfeden büyük Newton böyle diyor işte. Kendisine "çocuk"
deyişi çok yerinde; çünkü gerçeği arayan bir matematikçi bir çocuğun saf ve
temiz ruhunu taşır; sayılarla oynarken bir çocuğun çıkarlardan uzak, yaşamın
kirlerine bulaşmamış mutluluğu ve heyecanı içindedir. O, pozitronun varlığını,
daha keşfedilmeden matematik formüllerde gören Dirac'tır. O, Neptün gezegenini
keşfedilmeden önce matematikle bulan Adams'dır. O, Öklit dışı eğri uzay
geometrisiyle Einstein'a görelilik yasaları yolunu açan Riemann'dır. O,
kuaterniyonları (dördeyler) bularak mühendisliğe ivme veren Hamilton'dur. O,
matrisleri bularak Heisenberg'in kuantum mekaniğini geliştirmesini sağlayan
Gayley ve Sylvester'dir. Bu liste çok uzayabilir. Olasılık hesabını bulan ve
geliştiren matematikçiler (pascal, Fermat, leibniz, Bernouilli, de Moivre,
Bayes, Condorcet, Laplace, Ouetelet, Borel, Fisher, Kolmogorov) olmasaydı bugün
bilimin her dalında uygulanan istatistik analizler yapılamaz ve büyük ölçüde
olasılığa dayanan kuantum fiziği gelişemezdi. Asal sayıları bulan ve geliştiren
matematikçiler (Öklid, Eratostenes, Fermat, Mersenne, Dirichlet, Wilson,
Goldbach, Vinogradov) olmasaydı, bugün bankacılık, askerlik ve diplomaside
kullanılan, en iyi bilgisayarların bile ancak yıllar sonra çözülebileceği
100-200 basamaklı asal sayı şifreleri var olamazdı.
Burada vurgulamak istediğimiz şudur: Matematikçi buluş yaparken pratik bir
amaca yönelik değildir; bir teoremi uygulansın diye bulmaz. O kafasının içinde
kendisine gerçek dünyadan ayrı bir dünya yaratmıştır. Orada somut ya da soyut
aksiyomlardan yola çıkarak usavurmayla belli sonuçlara ulaşır. Aksiyomların
gerçeğe uyması şart değildir; örneğin Riemam, Lobaçevski ve Bolyai, Oklit dışı
geometrilerinde, Öklit gibi somut, gerçeğe uygun, herkesçe kabul edilir
aksiyomlar değil, kendi yarattıkları soyut aksiyomlar'ı kullanmışlardır. Önemli
olan aksiyomlardan sonuca giden yolun mantıklı olmasıdır.
Matematikçi, p ve q'nün doğruluğuyla ilgilenmez; "p gerektirir q" ile
ilgilenir. Aradığı sonuca varınca bir esrime duyar. Esrime hissi psikolojide
mutluluğun en üst derecesi olarak kabul edilir; bu hissin belli göstergeleri
vardır; büyük bir mutlulukla beraber büyük bir aydınlanma hissi, evrenle
bütünleşme, kendinden geçme ve o anı aslı unutamayış. Suyun kaldırma gücünü bir
hamamda yıkanırken bulan Arşimet'in "Eureka" (Buldum) diye bağırarak
saraya doğru çıplak koşması böyle bir esrime sonucudur, bu esrime hissi
olmasaydı Cauchy 24 cilt tutan 789 çalışma yayımlayabilir miydi? Euler
basılması 34 yıl tutan 80 cilt yazabilir miydi?
Batı uygarlığının temelinde matematik yatmaktadır. Ortaçağ karanlığı boyunca
düşünmek suç sayılmış, Engizisyon akılla savaşmış, aklın tohumlan zindanlarda
çürümüş ve ancak Rönesansla insanlığın ilkbaharı gelince aklın dallarında
bilimin güzel çiçekleri açmıştır. Bilim ağaçları matematik toprağında
büyümüşlerdir. Her matematik buluş, kendinde bir gün uygulanabilme gizilgücünü
taşır.
Matematiğin Önemi
Eflatun, "matematiksiz kültür olamaz" demişti. Bugün kaç kişi böyle
düşünüyor acaba? Ortaçağ karanlığında bile yıpranmayan tek bilim matematikti.
Üniversitelerde ve okullarda ders programları daima matematik, geometri,
astronomi ve müzik içerirdi. Son zamanlara kadar matematik, birçok köklü
üniversitenin felsefe programlarının parçasını oluşturuyordu.
Ne yazık ki bugün matematiğin, uygarlığın ve kültürün temel elemanı olduğu
gerçeği giderek gözden kaçıyor. Rönenasta resim, heykel, edebiyat ve felsefeyle
birlikte matematiksel düşünce de 1000 yıl süren kış uykusundan uyandı. Örneğin
matematikçiler ilk kez Rönesans'ta şans öğesini olasılık hesabının içine
aldılar. Bunun için Rönesans beklendi; çünkü olasılık hesapları geleceği
belirleye-biliyordu; oysa ortaçağ için geleceği belirleyen tek güç Tanrıydı.
19. yüzyılda Cantor'un sonsuzu matematiğe sokması tutucu çevrelerde tepkiyle
karşılandı; yalnız Tanrı sonsuz olabilirdi. 17. yüzyılda Nevvton ve Leibniz'in
türev, diferansiyel ve entegral hesabı (calculus) bulmaları büyük bir devrimdi;
çünkü o zamana kadar matematik, hareket halindeki bir cismin belli bir andaki
durumunu hesaplıyamıyordu. Mühendislik ancak calculusla mümkün oldu. Bugün
dergiler, gazeteler, radyo ve TV, matematiğe (bilmeceler hariç) tıp, fizik,
biyoloji vb. kadar yer vermiyorlar. Bunun bir nedeni, matematik terimlerini
halka açıklamanın zor oluşudur. İnsanlar anlamadıkları şeyleri dinlemez ve
okumazlar.
Matematik çok az kişinin sohbet konusu oluyor. Kim kime "Altın
Oran"ı, Zeta ve Gama fonksiyonlarını, Stirling'in faktöryel formülünü
öğrendin mi diye soruyor? Matematiğin kendine özgü dili, bir duvar gibi onu
kendi dünyasına kapatıyor. 1997 sonunda yitirdiğimiz Prof. Cahit Arf antlarında
otobüste 4-5 arkadaş bir matematik problemini coşkuyla tartışırken halkın
kendilerini "mecnun" sandığından söz etmiştir.
ABD'de 3 matematik derneğinin 50.000 üyesi var. Amerikan Matematik Topluluğu'na
25.000 üye kayıtlı. Dünyada 1.500 matematik dergisi var ve her yıl 25.000 kadar
matematik araştırma yazısı yayımlanıyor. Matematik son 50 yılda, 2500 yılda
yarattığından fazla buluş yaptı. ABD'de bir yerleşkede matematik bölümü
genellikle en büyüktür. En azından fizikçi ve ekonomist kadar matematikçi
vardır. Matematikçiler her yerde hazır ve nazırdırlar. Aynı zamanda da
görünmezdirler (Matematik Sanatı, J. P. King, s. 6).
Öğrencileri matematikten soğutan bir eğitim de topluma zararlı oluyor.
Matematiği gençlere sevdirmek şart. Saman kâğıdına, şekilleri renksiz, berbat
baskılı (bazı sayılar okunmuyor) ve paragrafsız, iç içe yazılarla yazılmış okul
kitabı artık olmamalı.
Bilimlerin en hızlı
değişeni matematiktir. Matematik 2000 yıllık kuramları hala geçerli olan tek
bilim dalıdır. Fakat bu 2000 yıllık ağaç durmadan yeni sürgünler vermektedir;
işte son yılların fraktal geometrisi, kaos teorisi, standart olmayan analiz,
oyun teorisi vb. Eski dallardan olasılık kuramı, trafiğe ve iletişime
uygulanıyor; uzay uçuşlarında roketlerin kalkış hızı, yakıt miktarı, yörünge ve
seyir bilgileri matematik gerektiriyor. Üretim ve tüketim hızları, enflasyon,
devalüasyon, borsa, faiz, büyüme hızı, kişi başına düşen gelir vb. matematiksiz
olamaz. Doğal olarak matematikçi bazen bilgisayarla bütünleşiyor.
Matematiğin bu uygulamaları yanında soyut matematik de dev adımlar atıyor;
çünkü matematikçiler için yarar değil, estetik önde gelir. Bertrand Russel'in
dediği gibi matematikte sanatlardakine benzer bir güzellik vardır; bir
teoremden "ne kadar güzel", "ne kadar zarif" diye söz
ederiz. Varılan sonuç ne kadar yalın ve basit işlemlerle elde edilmişse o
derece güzeldir. Matematikte karmaşıklık, istenmeyen bir şeydir. Matematik bir
solucan yumağı değil, altın halkalı bir zincirdir. Bugün sonsuz sayıda irili
ufaklı sonsuzlar var; oysa daha 150 yıl önce sonsuzla uğraşmak Tanrı'nın işine
karışmak sayılıyordu. Bugün geometride
sonsuz boyutlu uzaylar kullanılmaktadır; yeni cebirler yaratılmıştır.
Yeni bir matematik dalı doğmuştur: Eğlence matematiği. Öğrencilere matematiği
sevdirmekte bütün dünyada bu kullanılıyor. ABD'de yıllardır Journal of
Recreational Mathematics (Eğlence Matematiği Dergisi) yayımlanmakta. İçinde
insanı merak içinde bırakan sıra dışı problemler ve konular var. Ayrıca ABD'de
Mathematical Intelligencer, Mathematical Teacher, Mathematical Gazette,
Mathematical Horizons adlı popüler matematik ve Ouantum adlı popüler matematik
fizik dergileri yayımlanıyor. Rusya'da 1976'dan beri aylık Kvant dergisi, Rusça
olarak renkli şekillerle çok sıra dışı matematik-fizik yazıları ve problemleri
veriyor. ABD Ouantum popüler matematik-fizik dergisi 1990'dan itibaren
Rus-Amerikan ortak yapımı olarak tamamen İngilizce çıkıyor. Popüler bilim
dergilerinden Scientific American, Discover ve Recherche her sayısında
matematik mantık sorulan veriyor. Biz de Bilim ve Teknik dergisi olarak
1963'ten beri zekâ sorularına yer veriyoruz. Matematik eğlence problemleri
büyük değer taşıyor; büyük matematikçilerden Hamilton, Fermat, Euler, Steiner,
Lucas vb. matematik bilmeceleriyle hayli uğraşmışlardır; örneğin Euler'in
Königsberg Köprüsü (7 Köprü) problemi, Haımilton'un gezi oyuncağı, Steiner'in
gezici satıcı, Lucas'nm Hanoi Kulesi problemleri. Bu konuda çok ünlü diğer üç
isim Amerikalı Sam Loyd ve Martin Gardner ve İngiliz Henry Dudeney'dir.
Dünyada yaklaşık 6000 kadar yaratıcı matematikçi vardır. Bu matematikçiler için
matematik bir oyun gibidir. Öklid'in aksiyomları gözlemlerden türetilmiş,
"doğruluğu açıkça belli" gerçeklerdi. Modern matematiğin
aksiyomlarıysa tamamen soyuttur. Onları satranç kurallarına benzetebilirsiniz.
Doğada ne satranç vardır, ne de modern aksiyomlar. İsterseniz satranç
kurallarını değiştirebilirsiniz: üç kişiyle oynanan satranç, üç boyutlu satranç
vb. Modern aksiyomlar gerçeğe dayanmamakla birlikte, satranç kuralları gibi
kendi içlerinde tutarlıdırlar. Bu aksiyomlar dış dünyanın gerçeklerinden
kopuksalar da kendi matematik "gerçeklerini yaratmışlardır, matematikçiler
yarattıkları yeni gerçeğin mantığa tam uyup uymadığını bilemezler. 20. yüzyılda
Bertrand Russell ve Hilbert, matematiği sağlam mantık temellerine dayandırmaya
uğraşırlarken Gödel, matematikte kanıtlanamayacak gerçekler olduğunu
göstermiştir. Kendi tutarlılığını kanıtlamak, matematiğin gücünü aşar.
Matematikte birçok kavram bir çocuğun anlayabileceği kadar basittir. Columbia
Üniversitesinden Edvvard Kasner, anaokulundaki çocukların sonsuz kümeleri
kolayca anladıklarını belirtmiştir. Çocuklar soyutlamaya eğilimlidir; çünkü
hayalleri geniştir; masalları da bu nedenle severler. Ünlü "Alice
Harikalar Diyarında" çocuk kitabının yazarı bir matematikçiydi: C. L.
Dodgson ya da takma adıyla Lewis Carroll.
Matematikte Düşüncenin Zerafeti
Bir matematikçi diğerinin
buluşunu "çok zarif" (elegalıt) diyerek över. Güzel bir matematik
buluşu tanımlamak güzel bir insanı tanımlamak kadar zordur. Stanford Üniversitesinden
Prof. George Polya bir teoremin zarifliğini şöyle tanımlıyor: "Matematikte
zerafet görebildiğiniz düşüncelerin sayısıyla doğru, onları görebilmek için
harcadığınız çabayla ters orantılıdır". Burada yalınlığın güzelliği
vurgulanıyor. Bir filozof "basiti yaratmak deha ister" demiştir. Ünlü
İngiliz matematikçisi G. H. hardy "Bir Matematikçinin Savunması"
kitabında şöyle der: "Matematikçinin yarattığı şey, bir ressamın ya da
şairinki kadar güze! olmalıdır. Düşünceler, renkler ve sözcükler gibi uyumlu bir
biçimde birbirine uymalıdır... dünyada çirkin matematik için kalıcı bir yer
yoktur". Matematik bir sanat eseridir. Şair John Keats şöyle der:
"Güzellik hakikattir; hakikat de güzellik". Bertrand Russell de
matematikte yalnız doğruluk değil, sanattaki gibi güzellik olduğunu vurgular.
Hardy zarif bir matematik buluşun bir kare bulmaca ya da satranç problemi gibi
entellektüel bir çıkmaz sokak olmaması, mutlaka diğer matematik düşünceleriyle
bağlantılı ve zenginleştirilmiş olması gerektiğini söyler.
ABD'de ileri Çalışmalar Enstitüsü'nden Marston Morse özetle şöyle demiştir:
"Matematik buluş mantıkla ilgili değildir. Burada sanatla matematik
arasındaki bağ ortaya çıkar. Matematikçi kimsenin anlamadığı esrarlı bir güçle
sonsuz desenler arasından birini seçip yeryüzüne indirir; bunda kendinin de
farketmediği bir güzellik önemli rol oynar".
Matematikçinin en
gelişmiş estetik hissi, müzikle ilgili olanıdır. Birçok matematikçi müzik
aletleri çalar, ya da korolara, küçük orkestralara ve oda müziği gruplarına
katılır. Matematiğin terimleri müziğin notaları gibidir. İkisi de güzellik
yaratıcı hayal ürünleridir ve ikisinde de tek bir yanlışa bile yer yoktur.
Matematik buluş aklın senfonisidir; hayaldeki güzellik sıkı bir mantık
disiplini altında somutlaşmış ve sonsuzlasın ıstır. Bir matematikçi bir müzik
parçasının bestecisini kolaylıkla tanır.
Matematikçi şiiri sever. Alman matematikçisi Weierstrass şöyle demiş:
"Biraz da şair olmayan hiçbir matematikçi, gerçek matematikçi
sayılmaz".
Birçok matematikçi satranç, briç gibi oyunlar oynar. Ancak bunlarda birinci
olan azdır. Dünyada satranç şampiyonu olan iki matematikçi çıkmıştır: Emanuel
Lasker ve Max Euwe. Bunun üç nedeni vardır: Önce satranç şampiyonu olmak için
her gün saatlerce satranç oynamak şarttır; matematikçinin buna zamanı yoktur.
İkincisi matematikçi düşünerek hatasını düzeltir; satrançta buna zaman yoktur;
matematikçiler çok hızlı düşünür diye bir şey de yoktur. Hızla akıldan hesap
yapmak, ancak bazı matematikçilerde görülmüştür: Gauss, Euler, Galois, von
Neuman vb. Üçüncüsü, satranç şampiyonlarının hepsinde özel bir yetenek
bulunmasıdır: Fotoğrafsal bellek. Şampiyon bir bakışta tahtanın tümünü görür ve
onu uzun süre gözlerinin önünde canlandırabilir. Bu sayede 50-60 kişiyle gözü
bağlı simültane maç yapıp kazanabilir. Bütün şampiyonlar oynadıkları bir maçın
bütün hamlelerini uzun süre sonra bile anımsarlar; 9-10 hamle ötesini
görebilirler. Fotoğrafsal belleği olmak koşuluyla, her matematikçi satranç
şampiyonu olabilir; fakat satranç şampiyonlarının hepsi matematikçi olamazlar.
Bunlar iki ayrı yetenektir. Matematikçiler matematiği bir bütün olarak
görürler. Genellikle matematikçiler mühendisler kadar cisimleri gözlerinde
canlandıramaz ve muhasebeciler kadar akıldan hızlı hesap yapamazlar; fakat
hayal güçleri sınırsızdır. Augutus De Morgan "matematikde hayal gücü
mantıktan önce gelir" demiştir.
Matematikçinin Karakteri
Matematikçilerin
çoğu yalnız çalışır, grup halinde araştırma yapmazlar. Matematik makalelerinin
hemen hepsi tek imzalıdır; bir azınlığı iki imzalıdır; ikiden fazla imzalı yok
gibidir (tıpta da aksi; 15 imzalı makale bile vardır). Matematikçi buluş için 4
şey ister: Sakin bir oda, kütüphane, kağıt ve kalem; tabii bir de yaratıcı bir
beyin. Kimyacı ve fizikçiler laboratuvara bağımlıdırlar. Belki böyle serbest
oldukları için, matematikçiler genellikle çok seyahat ederler ve diğer
matematikçilerle temas kurarlar. Macar asıllı Amerikan matematikçisi Paul
Erdöst durmadan seyahat eden biriydi.
Matematikçiler şairlerin aksine kesin olmamaktan nefret ederler. Kesinlik
matematikçinin kalite damgasıdır. Matematikçiler bizlerin bilmediği birçok şeyi
bilirler; fakat çoğu, söylencesel deniz kızları gibi yalnız kendileri için
şarkı söylerler; bizler için değil. Yüksek matematiğin tümünü matematik dışında
olan meraklılara öğretmek için tek bir kitap yazılmamıştır daha; ancak parça
paça öğreten kitaplar vardır. Neden? Matematikçi olmayanlar matematiği
anlayamaz önyargısından mı? Matematiği kapalı duvarlar arasında saklamak için
mi? Hiçbiri değil. Daha lisede edebiyat (sosyal) ve fen kolları ayrılır.
Sosyalciler sanat ve felsefe deyince koşarlar; matematik deyince kaçışırlar;
lise bitse de şu matematik belasından yakayı kurtarsak derler. Liseden sonra
matematiği yanlarına uğratmamaya yeminlidirler. Birinci neden bu. ikinci nedense,
matematikçilerin çoğunun kendi fildişi kulelerinde matematiğin esrikleştirici
büyüsüne kapılmış olmalarıdır. Onlar matematik anlatmak değil, matematik yapmak
isterler; yani matematikte buluş yapmak peşindedirler. Bir şair de kimseye şiir
yazmayı öğretmeyi düşünmez. Matematikçilerin yazdıklarını yalnız kendileri ve
matematikçiler (o da bazen) okurlar.
Sosyalciler için genellikle matematik taş gibi ağır, toprak gibi tatsızdır;
onlar matematiği hiç düşünmezler. Mühendis ve bilimciler içinse matematik bir
araç, mikroskop ya da tansiyon aleti gibi bir şeydir; işe yarar tabii. Ama o
kadar. Mikroskopun güzeli mi olur?
Oysa matematikçi çok güzel şiirler yazan, ama onu anlayacak okurlar bulamayan
bir şair gibidir. Matematikçi olmayanlarla arasında uçurumlar vardır.
Matematikçiler kendilerini bir sanatçı olarak görseler deki gerçekten
öyledirler ne yazık ki sanatçılar onları duygusuz, mermer mantıklı insanlar
olarak görürler.
Matematikçi, formülleri kara tahtaya özenle yazar. Onlara saygı duyar.
Karşılarına geçip susarak onları seyreder. O sırada kafasının içinde
Beethoven'in 9. senfonisi ya da Mahler'in 1. senfonisi çalıyor gibidir.
Matematikçi, matematiğe tapar. Pisagorcuların sayılara taptıkları biliniyordu.
Pisagorcular V2'yi (irrasyonel sayıları) tanımıyorlardı; kenarı 1 olan karenin
köşegenini V2 bulunca çok şaşırmışlar. Tanrı'ların kendilerini çarptığını
sanmışlar, bunu bir sır olarak saklamışlardı.
Matematiksel dünya kafanın içinde, gerçek dünya ise dışındadır. Matematikçi
garip bir paradoks içindedir: Kendisi gerçek dünyada yaşar; ancak üzerinde
çalıştığı nesneler o dünyada yaşamazlar; kafasının içinde yaşarlar. Bunun için
çoğu kez dalgındırlar. Kafanın içinde yaşayan bir şey daha vardır: Gerçek.
Matematikçi Alfred Renyi, şöyle demişti: "İnsanın var olmayan şeyler
hakkında var olanlardan daha çok şey bilmesi ne gizemli değil mi?".
Matematikçi matematik hakkında gerçek dünyadan fazla şey bilir. Bazıları
"Matematik insanın dışında da, kafasında da var; matematiği insan icat
etmedi" diyorlar. Tartışmalı bir görüş. Doğada entegral, logaritma, türev,
kök alma vb. var mı? Yok. O halde... Yalnız şu söylenebilir: "insanın
kafasında doğan matematik, doğaya uygulanabilmektedir." Ama her bilimde
böyle değil mi? Doğa, insan beyninin ürünü olan mantık kurallarına uygundur, bu
nedenle insan mantığının ürünü olan matematik, doğaya da uygulanabilmektedir.
Matematik evrende varsa ve onu beynimize ve evrene Tanrı koyduysa neden
matematik bazen yanılmıştır. Örneğin Ptolemy'nin büyük yanılgısı (Evren'in
merkezi Güneş'tir). Nevvton'un ışık teorisi neden yanlıştı? Kepler neden
gezegenleri çokyüzlüler içine yerleştirmeye çalıştı? Neden doğa'da yalnız doğal
sayılar var; rasyonel, irrasyonel, aşkın, ondalık sayılar, loğ, in, integral
türev, matris, n boyutlu uzaylar, topolojik garip şekiller vb. nerede?
Matematikteki yalın güzelliğe iki örnek verelim. Euler şu formülü bulmuştu. CİØ
= Cos Ø + Sin Ø. (Ø gerçek sayı). Ø=? için SinØ=O ve CosØ= -1'den ci?= -1.
Güzelliğe bakın. Matematiğin birbirinden bağımsız gözüken üç sayısı, natürel
logaritmaların tabanı e, i = ?-1 ve ? nasıl bir araya geldi.
Bir başka güzellik. Öklit asal sayıların sonsuz olduğunu basitçe şöyle
kanıtladı: olmayana ergi ile diyelim ki asal sayılar sonludur; p1, p2, p3...
asal sayılar ve sonucu asal sayı P olsun. Hepsini çarpalım: A= (p1.p2.p3...P)+1
yazalım. A asal sayı değil (asallar bitti; hepsi parantezin içinde; orada A
yok). A, parantez içi sayıların hiçbirine tam bölünemez; hep 1 artar. A asal
olmadığına göre en az 2 asal çarpanı vardır ve bu asal çarpanlar parantez içindekilerden
ikisi olamaz (bunların hepsi kalan olarak 1 verir ve bu yüzden A'nın asal
çarpanı olamaz). Biz asal sayılar P ile bitti demiştik. Görüyoruz ki A asal
değil; A'nın en az iki tam böleni vardır. A'nın en az bir asal çarpanı vardır
ve bu, parantezimiz içinde değildir. O halde demek ki P'den daha büyük en az 1
asal sayı vardır. Aynı yöntem tekrarlanırsa asal sayıların sonsuz olduğu
anlaşılır.
Yazımızı Büyük Alman matematikçisi Jacobi'nin şu güzel sözleriyle bitirelim:
"Ben matematiği insan aklını onurlandırmak için seçtim".
Selçuk ALSAN
Kaynaklar:
Boehm, G.A.W. The New Word of Mathematics, 1959.
Boll, M., Matematik Tarihi, iletişim Yayınları, 1991.
Dönmez, A., Matematik Tarihi, 1986.
Hardy, G. H., Bir Matematikçinin Savunması, TÜBİTAK Popüler Bilik Kitapları,
Ankara, 1997.
l. Asimov, Biographiç Encydopedia of Science and Technology, 1975.
King, J. P., Matematik Sanatı, TÜBİTAK Popüler bilim Kitapları, Ankara, 1997.
Sertöz, S., Matematiğin Aydınlık Dünyası, TÜBİTAK Popüler Bilim Kitapları,
Ankara, 1998.
Wells, D., Matematiğin Gizli Dünyası, {Çeviri: Alsan, S.) Sarmal Yayınevi,
İstanbul, 1997.
Wells, D., Geometrinin Gizli Dünyası, (Çeviri: Alsan, S.) Sarmal Yayınevi,
İstanbul, 1998.
Tema Larousse, Tematik Ansiklopedi.
BİR MATEMATİK GÖNÜLLÜSÜ Dr. Selçuk ASLAN
TÜBiTAK Bilim ve
Teknik Dergisi'nin tam 348 sayısına imzasını atan Doç. Dr. Selçuk Alsan 'ı, 3
Aralık 2000'de yitirdik. Uzmanlık alanı olan tıp konularının yanı sıra,
satranç, matematik, hayvanlar, bitkiler, fizik, kimya, genetik, zeka oyunları
gibi pek çok konuda Bilim ve Teknik dergisine hazırladığı yazılarıyla kuşaklan
aydınlatan Dr. Alsan, bilimadamı olmasının yanısıra Atatürk ilkelerinden ödün
vermeyen, öğretici ve yardımsever kişiliğiyle de tanınıyordu. TÜBİTAK
mensuplarının Selçuk Hocası'na tüm okuyucularımız adına, bizlere
öğrettiklerinden dolayı gönül dolusu teşekkürler, sevgiler ve saygılar
sunuyoruz.
Bazı bilimadamlan vardır, bildiklerini herkese öğretmek için ellerinden geleni
esirgemezler. Bu insanlar yaşamlarım, bilimi yaygınlaştırmak, gençlerin bilime
olan susamışlığını gidermek için ayırmışlardır. Dr. Selçuk Alsan, ülkemizin
bilim ordusunun kalemlerinden, bu meçhul askerlerinden biriydi.
1934 yılında Gemlik'te dünyaya merhaba dedi, ama çocukluk ve gençlik yıllan
İstanbul'da, Kandilli ve Üsküdar'da geçti. Ortaköy'de Gazi Osman Paşa
Ortaokulu'nda ve Kabataş Lisesi'nde okudu. 1951 'de Haydarpaşa Lisesi'nden
pekiyi dereceyle mezun oldu. Zaten, ilkokulun birinci sınıfından tıp
fakültesinin son sınıfına kadar 17 yıllık öğrenim yaşamında hep başarılı bir
Öğrenciydi; bu basan onun yaşamında sahip olduğu ve bundan dolayı övünç duyduğu
değerlerden biriydi.
1951 yılında, üniversite giriş sınavlarında Türkiye çapında en yüksek puanı
aldı ve çocukluğundan beri hayalini kurduğu İstanbul üniversitesi Tıp
Fakültesi'ne girdi. Altı yıl sonra, 1957 yılında genç bir doktor olarak bu
okulu da pekiyi dereceyle bitiren üç kişiden biriydi Selçuk Alsan. Üniversite
yıllarında, kitap alabilmek için yazlan değişik işlerde çalışır; yemeğe para
harcamaz, Kızılay'ın aşevinde karnım doyurur ve bu yolla artırdığı parayı yine
kitaba yatırırdı. Dr. Selçuk Alsan'ın kitap aşkı ölene değin devam etti.
Evindeki tek hazinesi kitaplarıydı. Ölümünden sonra, kendi isteği doğrultusunda
bu kitaplar TÜBİTAK'a bağışlandı.
Askerliğini yedek subay olarak yaptı. Daha sonra, 1959-1964 yılları arasında,
ABD'de Temple Üniversitesi Albert Einstein Tıp Merkezi, New York Downstate ve
Iowa Üniversiteleri'nde, iç hastalıkları dalında, beş yıl boyunca asistanlık
yaptı. 1965'te de iç hastalıkları uzmanı oldu. Sonraki dört yıl Montreal'de tıp
çalışmalarına devam etti. Montreal üniversitesi Deneysel Tıp Enstitüsü'nde,
Prof. Hans Selye'nin yanında geçen yıllardan özel bir önemle sözederdi.
1969 yılında ülkesine dönen Dr. Alsan, 1971 yılına değin Hacettepe Üniversitesi
Tıp Fakültesi iç Hastalıklar anabilim Dalı'nda öğretim görevlisi olarak
çalıştı. 1971 yılında TÜBİTAK'a girdi. Bu adım Dr. Alsan'ın yaşamındaki dönüm
noktasıydı; çünkü TÜBİTAK'ta tıp enformasyon uzmanı olarak çalışmasının
yanısıra Bilim ve Teknik dergisine de yazılar yazacak, çeviriler yapacaktı.
Dergi onun için şu anlama geliyordu: Bildiklerini, milyonlarla paylaşabileceği
bir olanak. Hemen kolları sıvadı; Bilim ve Teknik dergisinin, popüler bilim
yayıncılığında Türkiye'nin en önde giden yayını olmasına büyük emeği geçen
editör Nüvit Osmay'ın yönlendirmesiyle Aralık 1971'de, 49. sayıda, "Niçin
ve Ne Görmekteyiz?" başlıklı, Dr. Colin Biakemore'e ait makaleyi, New
Scientist'den çevirdi. Dr. Alsan'ın, Bilim ve Teknik dergisindeki bu ilk
yayını, genlerin ve çevrenin gelişmemizdeki göreli rolleri üzerindeki
tartışmaları yakından ilgilendiren bir buluşu anlatıyordu. Dr. Alsan, sonraki
29 yıl boyunca, hatta ölene değin Bilim ve Teknik'e yazmaya devam etti. Ne
büyük bir birleşmedir ki, Aralık 2000'de, derginin 397. sayısında Dr. Alsan
yine gen teknolojisini yakından ilgilendiren, Science'den çevirdiği bir
makaleyle okuyucularına veda ediyordu. Makalesi, "Doku Mühendisleri Kemik
Oluşturuyor" başlığını taşıyordu. Bu yazısında, doku mühendisliğinin ilk büyük
uygulamalarından biri olan kemik onanınım, yeni ara maddeler kullanılarak kemik
büyümesinin hızlandırıldığını, gen tedavisinin, kemik oluşturma proteinlerinin
ve kök hücrelerin kemik onarımındaki yerini Dr. Alsan hasta yatağından
okuyucularına müjdeliyordu. Bu son yazısını l Aralık 2000'de gördü ve 3
Aralık'ta herkese veda edip gitti.
Dr. Alsan'ın mutluluğuna mutluluk katan bir olayı sizlerle paylaşmak isteriz.
1987 yılında Bilim ve Teknik dergisince düzenlenen okuyucu anketinde Selçuk
Alsan'ın bilmeceler köşesi okuyucularımızın en beğendiği köşelerden biri, hatta
birincisi seçildi. Selçuk Alsan, anketin sonucunu öğrendiğinde sevinçten
havalara uçtu. Bir popüler bilim yazarının tadacağı, elde edeceği daha önemli
ne olabilirdi ki? Okuyucusu onu birinci seçmişti. Bu sevincini herkesle
paylaştı; hatta kitaplarına yazdığı biyografisinde bile Dr. Alsan bu anketin
sonucuna hep yer verdi.
Yaşamım bilime, bilimsel ve edebi içerikli kitaplar yazmaya adayan Selçuk Alsan
Hoca, 2000 yılının başlarında, TÜBİTAK'tan emekli olduktan sonra da TÜBİTAK
Başkam Pof. Dr. N. Kemal Pak’ın teklifiyle yine kurumunda danışman olarak
çalışmalarını sürdürdü, dergisinde yazılarını yazmaya, çıktığı son yolculuğuna
değin devam etti. Bilim ve Teknik dergisine yıllar yılı hazırladığı bilimin
hemen her konusunu ilgilendiren yazılan, bilimin hemen her konusunu
ilgilendiren yazılan, satranç, dama ve bilmeceler köşeleri onu okuyucularının
ve dostlarının gözünde ölümsüz kılıyor. Sana özlemle güle güle diyoruz Selçuk
Hoca.
Gülgün AKBABA
BİLİM ve TEKNiK Dergisi Ocak 2001 • Sayı: 398
MATEMATİK ÖĞRENMENİN KOLAY YOLU
ABD'deki bilim insanları, matematik ve
fen bilimlerini öğrenmede müziğin beyin faaliyetlerine olumlu yönde etki
yaptığını belirledi. |
Kaynak : www.showhaber.com |